İtmeyin yahu, kamplaşıyoruz!

Ülkede cumhuriyet düşmanlarının hatırı sayılır raddelere yükseldiğini ileri sürmek, bir gerçeğin tesbitinden ziyade bir 'temennî'nin seslendirilmesidir olsa olsa. Türkiye'de laikliğin daima tehlikede olduğu inancını yaymak, bürokratik iktidarı paylaşan bir avuç seçkinin başlıca sermayesi haline gelmiştir. Vatanın her an tehlikeyle yüz yüze yaşaması gerekiyor ki, birileri de devamlı olarak vatanı kurtarma mevzilerinde hazır bekleyebilsin! Bunca demokrasi tecrübesinden sonra vardığımız nokta hakikaten üzücüdür. İnsanın, "yeter artık, itmeyin; kamplaşıyoruz" diyesi geliyor.

Danıştay saldırısının akabinde olup bitenler, inanılır gibi değildi; bir anda Ankara'nın belli meydanlarını öfkeli bir kalabalık dolduruverdi. Bu kalabalık, sadece, bir yüksek hâkimin şahsında Danıştay'a yapılan saldırının yüreklerinde yakıcı bir tesir uyandırmasıyla öfkelenmiş değildi. Başta hükümet olmak üzere siyaset kurumuna karşı nefret dolu sloganlarla haykırıyorlar, bakanları, başbakanı katillikle suçluyorlar ve daha önemlisi laiklik vurgusunun ardında bir hayat tarzının müdafaasını yapıyorlardı. Âdeta kendileri gibi düşünmediği halde demokratik nizam ve kültür içinde başkalarının da ülkeyi ve ülke yönetimini paylaşmasından acı duyuyor gibiydiler. Belliydi ki 2002 senesinden beri hükümetin laikliğe düşman bir kesimin temsilcisi olarak devleti adım adım ele geçirdiğini, Danıştay kararlarını uygulamadığını, halkı bürokratik iktidara karşı kışkırttığını, hatta terör örgütlerini cesaretlendirip onlara hedef göstererek cinayet işlettiğini düşünüyorlardı.

Galeyan halinde kalabalıkların bu türden aşırı tepkiler göstermesi daha önce görülmemiş şeylerden değildir ama meselenin 'anlık tepki'yi aşan boyutları vardı. Cinayetin sebebi aydınlatılmadan muhalefet temsilcileri ve yüksek rütbeli bürokratlar aynı mealde ısrarlı demeçler verip tepkileri destekleyerek galeyanın anlık olmamasını, önümüzdeki günlere yayılarak sürüp gitmesini istediler.

Menfur cinayetin ardından geçen üç günde çok etkili bir kanaat terörü estirildi: Cinayeti mutlaka ve mutlaka cumhuriyet düşmanları işlemişti ve cumhuriyet düşmanları, türban taraftarı olmalarıyla, laikliğe körü körüne muhalefet etmeleriyle kolayca tanınabiliyordu. Bu kanaat terörü, haftanın sonuna doğru "darbe benzeri bir şey olacak" beklentisine dönüştü. Tam da o esnada Genelkurmay Başkanı, "gösteriler devam etmeli, burada kalmamalı" mealindeki beyanıyla, böyle beklenti içinde olanlara, "galiba bu iktidar gidici" dedirtti.

Danıştay'a yapılan çirkin saldırıyı takib eden günlerdeki gazete ve televizyon yayınları, -ne yazık ki- iletişim fakültelerinde "Medya yoluyla dezenformasyon" konusuna örnek olarak bilimsel tezlere yeterli malzeme sağlayacak zenginliktedir.

Saldırının hemen akabinde Danıştay binası önünde, Anıtkabir'de ve ertesi gün Kocatepe Camii avlusunda toplanan kalabalık topluluk, bu alçak eylemin 'laik cumhuriyet'e karşı işlendiğinde fikir birliği etmiş gibiydiler. "Cumhuriyet" kelimesi bir anda, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin siyasi felsefesini belirleyen bir genel kavram olmaktan çıkarak, laiklikle sıkı sıkıya özdeşleşmiş özel bir parola biçimi almıştı. Meselâ kimse devlete karşı bir saldırıdan bahsetmiyordu, demokrasinin tehdid edildiğini telaffuz eden de yoktu. Buradan hareketle cumhuriyet kavramını önemseyenlerin, devleti ve demokrasiyi ikinci plana attıkları söylenemez ama, cumhuriyet kavramının tek başına vurgulanması, demokratik kültürümüzün derecesini gösteren ilginç bir vurgu olarak kaydedilmelidir.

"Türkiye laiktir, laik kalacak" sloganı da "cumhuriyet" nev'inden bir işaretleşme parolası şeklini almış bulunuyor; bu slogan laikliğin tehlikede olduğunu anlattığı gibi Türk toplumunun çok mühim bir ekseriyeti (mesela sağ parti seçmenleri) tarafından benimsenmediğini de imâ ediyor. Bu son derece haksız ve yersiz bir imâdır ve laikliğin ancak bir avuç merkezi bürokrat ve aydın tarafından desteklendiği, halkın ise laikliğe aldırış etmediği anlamını ihtivâ etmektedir. Oysa ki Türk toplumu devletin şeklinden, felsefesinden, anayasasından ve anayasal kurumlarından şikâyetçi değildir; o sadece 21. yüzyılda dahi 'aydın despotizmi'nden en hazin örnekler gösteren iktidar seçkinlerinin tahakkümcü yorumundan memnun değildir ve tepkilerini daima demokratik platformlarda dile getirmekte, eleştirilerini de kavga üslubundan uzak bir nezaketle dile getirmektedir. Türk toplumu, egemenliğin hilafet ve saltanat makamında temsil edilmesi mânâsında monarşiye ve padişahlığa karşıdır ve kesin mânâda cumhuriyet taraftarıdır. Cumhurî idare, yani egemenliğin halk tarafından temsil edilmesini -üstelik- kuvvetle taleb etmekte ve yönetim üslubu olarak parlamenter demokrasiyi benimsemektedir. Bu toplumun hür oylarıyla seçtiği parlamentoların defalarca alaşağı edilmesi, siyasi kadrolarının tasfiyeye uğramasına rağmen halkın demokrasi yoluyla taleplerini dile getirmekte ısrar etmesi, demokratik temsil dışında temsil yolu aramaması görmezden gelinemez.

Bu halk demokrasiye inanç ve güvenini defalarca ispatlamıştır; aynı inanç ve güveni defalarca darbe yaparak demokrasiyi kesintiye uğratan güçlerin de gösterdiğini ne yazık ki söyleyebilecek durumda değiliz.

Keza toplumun laiklikle ilgili "derin" bir sıkıntısından bahsetmek de mümkün değildir; toplum sadece, laikçi dayatmaların en azından batı demokrasileri ve uygulamaları ölçeğinde gevşetilmesini bekliyor; bu beklentiden bir teokratik devlet özlemi çıkarmak nasıl mümkün olabilir? Türkler, teokratik devleti iki canlı ve yaşayan misalden tanıyor ve hoşlanmıyorlar; ilki Hac münasebetiyle gördükleri Suudi Arabistan modelidir; ikincisi ise İslâm'ın Sünni yorumuyla bağdaşmaz uygulamalarla dikkat çeken İran örneğidir. Bu iki uygulama, teokratik zorbalıkların ne kadar itici noktalara varabildiğini gösterirken aynı toplum, Hıristiyan batı dünyasından derlediği gözlemleri de dikkate almayı ihmâl etmiyor ve ülkesindeki laikçi dayatmalarla, batı ülkelerindeki inanç serbestisini mukayese ediyor. Bu mukayeseden çıkan netice kısaca şudur: Teokrasiye hayır ama batılı tarzda laiklik uygulamalarına evet!

Bu genel kanaatlere bakarak ülkede cumhuriyet düşmanlarının hatırı sayılır raddelere yükseldiğini ileri sürmek, bir gerçeğin tesbitinden ziyade bir 'temennî'nin seslendirilmesidir olsa olsa. Türkiye'de laikliğin daima tehlikede olduğu inancını yaymak, bürokratik iktidarı paylaşan bir avuç seçkinin başlıca sermayesi haline gelmiştir. Vatanın her an tehlikeyle yüz yüze yaşaması gerekiyor ki, birileri de devamlı olarak vatanı kurtarma mevzilerinde hazır bekleyebilsin!

Bunca demokrasi tecrübesinden sonra vardığımız nokta hakikaten üzücüdür. İnsanın, "yeter artık, itmeyin; kamplaşıyoruz" diyesi geliyor.

AKLINIZDA BULUNSUN: MEKKE-MEDİNE ALBÜMÜ VE KILAVUZ DERGİSİ

İki yayından söz etmek istiyorum; biri kitap, diğeri dergi. Kitabın tanıtımı, geçen haftanın Aksiyon'unda yayınlandı. Yitik Hazine Yayınları tarafından neşredilen "Yıldız Albümleri, Mekke-Medine" isimli nefis fotoğraf albümü. Sadece mukaddes beldeleri seven ve özleyenlerin değil, yakın tarihimizi anlamak isteyenlerin de fevkalade istifade edebilecekleri bir eser.

Dergi ise Kılavuz adını taşıyor; daha önce de bahsetmiştim. Kılavuz dergisi, her sayısında kalitesini yükselterek yayın hayatını başarıyla sürdürüyor; özellikle yeni yayınlar, müzik ve popüler kültürün irdelenmesi konularında altı çizilecek dosyalar sunuyor okuyucusuna.


Kaynak (Arşiv)