"Itır gülün 'iz'i, ışık sonsuzun"
"Nağmelerin efendisi
Cinuçen Tanrıkorur beyefendiye
şifâ ve hayır dualarıyla"
Bir şey, bir yerde bulunsa veya bir yerden geçse belli bir zaman için; bir an, bir dakika, bir saat orada "iz"i kalır; veya haberdir, hâtıradır, selâmdır, sözdür, bir yere ulaşmışsa iz bırakır oralarda; kalmamış olmaz. Parmağın kimliği vardır; mührünün nemli ıstampasını bırakır dokunduğu yerde. Atılan her adımdan sonra geride kalan şeydir. Kalem, kâğıt üstünde, derviş deryâ üstünde yürür, kuş havada pervâz eder iz bırakır. Sözün izi vardır; kelimenin, sesin, düşüncenin, rüzgârın, suyun, karıncanın, duygunun da kezâ. Nazarın da izi yok mu: "Gözünde göz izi var / Sana kim baktı yârim?" değil midir?
Maddî plânda iki şey birbirine temas etse üç ihtimâl vâriddir, dördüncüsü yoktur: Ya A'nın izi bulaşır B'ye, ya B iz bırakır A'da; gâib ihtimâl her ikisi de birbirine birşeyler katar; iz bırakmamak olmaz. Dünyanın en sert ve kavî cismine dokunsanız sizden birşeyler kalır orada; veya tersi.
İnsanın yeryüzünde bıraktığı iz nedir ve bu izin anlamı ne olsa gerektir? Mağara duvarlarına kazılı av sahnelerini çizen meçhul adamlar, çakmaktaşını yontarak âlet yapmayı becerebilenler belki dünyanın en eski sanatkârları; yaşadığımız dünya, bizden önce yaşamış milyarlarca insanın iziyle dolu: Ehramlar, kâşâneler, sfenksler, abideler, yollar, köprüler vb. Adına ve hâtırasına dünyanın en büyük ehramını inşâ ettiren Firavunun ismini biliyoruz çünkü geride silinmesi, kaybolması çok zor bir iz bıraktı; peki bu "muhteşem" izin sahibine faydası ne? Unutulmamak, kitaplara geçmek, dünya durdukça anılacak bir nâm ü nişâne bırakmak çok mu önemli?
Eğer bütün varlık, içinde yaşadığımız dünyadan ibâretse bu suale bir anlamda "evet" cevabı vermek mümkün; eğer insanın varlığı ölümle sona eriyorsa ve tek gerçeklik dünyadan ibaretse geride iz bırakmak anlamlı olabilir; hayata çılgınca asılmanın ve tutunmanın izidir bu; sadece etiyle, kemiğiyle, bedeniyle hissettiği varlığını, on paralık bir "ölüm sebebi" yüzünden dünya üzerinde sâbit tutamayan, uğruna bir ömür adadığı maddi servet ve güzelliklerden ansızın ayrılıvermek ihtimâlini fikir dünyasında bir yere yerleştiremeyen ama onlara ebediyyen sahip olmak arzusundan asla vazgeçmeyenlerin yapabileceği hiçbir şey yoktur. "Mumya", kendi bedenini dağılmaktan koruma arzusunun ifrad hâli; altun sandukalar içinde, safir, zeberced ve lâcivert taşı ile müzeyyen hükümranlık tâcı başında, zerrîn kumaşlar arasında, sanki canlı imiş gibi yatan cesedin kendine ne faydası var? Etrafında sevdiği, alıştığı, vazgeçemediği, "onsuz olmaz" sandığı yüzlerce eşya ve hattâ insan! En sevdiği yiyecekler, tenezzüh arabası, silahları, mücevherleri, atları ve köleleri ile bir mezar odasının soğukluğunda ölüme meydan okumanın anlamı ne? Bu ahmakça gayretin antik arkeolojiye, antropolojiye, tarihe, nümismatiğe, siyâset ilmine sağladığı fayda âşikâr; ama saltanatına çılgınca tapınan ve dünyaya ihtirasla sarılan sahibine faydası yok. İz bırakacaksın; ne izi? Firavun mezarlarının neredeyse onda dokuzunun ilk ziyaretçisi hırsızlar oldu: "Ben Rabbiniz değil miyim?" diye şirâzeden çıkan nice saltanat sahibi, kıymetli zannettiği her şeyi yanıbaşında kırıp döken ve yağmalayan mezar soyguncularını farkedemediler bile. "Ben de insanların kaderine hükmediyorum; hayatları benim elimdedir" diye öğünenlerin bıraktığı ize bak: Bir çuval dolusu kaburga ve leğen kemiği!
Öyleyse "iz"e hakettiğinden fazla önem vermemeli; aradığın, bulduğun veya rastladığın izlerde, iz bırakanın ne idüğüne bak!
İlim, bir anlamda "iz okuma" usûlü; san'at, zihindeki izlerin "yora"sı. Felsefe varlığın izini sürer, fizik ve kimya maddenin, tarih geçmiş zamanın, tıp bedenin, psikoloji davranışın.
Şair, hayâl keşşafıdır; düşüncenin kanatlanma ânını gözler durur. Mûsikişinas, yedi seslik ıskalada sonsuzluğun denklemini arar; nakkaş, ışığın gölgenin, rengin, lekenin ve çizginin izi peşindedir. "Buldum" diyenlerin hâline bak; daha şimdiden fersûdeleştiler. "Aramanın zevkine doyulmuyor" diyenler, "Dünyâ hayatı bir oyun ve eğlencedir" hükmünün nüktesine vâsıl olmuş bahtiyar kişiler.
İz arayanların da izi kalır yollarda.
İzlerden yola çıkılarak, iz bırakanı yeniden tasavvur etmek mümkün olabilir? İz, bırakana dair çok şey söyler ama kendisi değildir. İnsanın bıraktığı en mânidar iz "hâtıra"; şahsî, enfüsî ve muğlak. Aynı vâkıayı doğrulayan milyonlarca şehâdet bir gerçeklik etmez, sadece o vâkıanın varlığı ve hudutları hakkında bir kanaat geliştirir; insan, daima daha fazlasıdır. Şairler nasıl ki bazen söylediklerinin gerçek anlamından habersiz söylenirler, insan da öyledir. "Kendini tanı" ikazına itaat etmek kolay olsaydı, ikazın ne kıymeti kalırdı? Gerçek şu ki, sürdüğümüz bütün izler bizi müphemle hakikat arasında muâllakta bırakıyor. Aramanın lezzeti tuzlu su gibi!
Aşk, çıkarıldığımız cennetin hâtırası; rûhun en kesif ve en hafif hâli. "En güzel" olanın ruhta bıraktığı iz. "Mektebi aşk içre" okuyanların bir kanat darbesinde ilmin ve san'atın fevkine yükselmesi boşuna değil; âlimle sanatkârın aradığına âşık gönlüyle dokunur; ruhunu kamaştıran lezzet o mertebedir ki temas ettiği şeyin ne idüğünü ne bilmek ister, ne merak eder. "Aşk derdiyle hoş" olmanın yorası budur. O mevkide merak etmek, aramak, tahminde bulunmak, tasnif etmek, isim vermek gereksizdir. Bu kimyâya dokunanlar ölmezler: "Ölen hayvân imiş, âşıklar ölmez" diyen Yûnus'un sözü doğrudur çünkü böyle bir sözü ancak âşıklar tasarruf edebilir.
Ve gül tartan gül kokar!