İşyeri cinayetleri, sendikacılar ve politikacılar

Altmışlı yıllar, işçilerin sendikal hakları için ayağa kalkmasına sahne oldu. İkibinli yıllara gelince işçi hareketinin mahiyeti değişti ve işçilerin can güvenliği mücadelesine indirgendi. Bu içler acısı durum, işçi statüsünde evine ekmek götüren herkes için büyük bir kayıptır.

Yetmişli yılların yükselen değeri sol sendikacılık anlayışına göre, işçinin hakkını vermek için işverenin, işyerini işçilere hibe edip ceketini alıp gitmesi bile yetmiyordu ve işçi hakları alabildiğine soyut ve şekilsiz bir kapsama büründürülmüştü; bu niteleme, evet mübalağalıdır fakat özellikle kamu işyerlerinde örgütlenen sendikalar, üretimle talep edilen ücret arasında bir kıyaslama yapmayı adeta hakaret telakki ederek “işçilerin asla ödenemez hakları” ütopyasını yücelttiler ve “üretimden gelen güçleri”ni kaldıraç gibi kullanabilecekleri zannıyla, henüz yeni oluşmaya başlayan işçi sınıfının beklenti ve özgüvenlerini abarttılar.

12 Eylül diktası, işçi sınıfının ve sendikal hareketin üstünden silindir gibi geçti. “Üretimden gelen gücümüz” edebiyatının arkasında gerçek mânâda bir üretim gücü olmadığı açığa çıktı. 12 Eylül’ün generalleri de, kamu işletmelerinin beceriksizliğine, müsrifliğine ve üretilen birim başına kamu zararını giderek artıran yapısına dikkat çekerek özelleştirme çığırının kaldırımlarını döşedi. O günden beri Türkiye’de işçiler hem statüleri hem de reel ücretleri itibarıyla büyük bir gerilemeyle karşı karşıya kaldı. Sanayi üretiminin pek sığ olduğu bir üretim tablosunda sendika yöneticileri, işçi sınıfının geleceği yerine kısa vadede sendika çıkarlarını öne koyan bir sendikacılık anlayışıyla işçi sınıfının geleceğini köreltti. Taşeronluk kurumu böyle ortaya çıktı ve kimse doğru dürüst itiraz edemedi, çünkü işveren açısından taşeronla iş görmek daha pratikti ve düşük maliyet anlamına geliyordu. Bugünlerde herkesin taşeronluk sistemine söğüp-sayması, ciddiye alınması gereken bir protesto sayılsa da Türkiye’de sanayi üretimindeki nisbî artışın taşeronlukla bağlantısı sâkin bir zihinle sorgulanmalıdır.

Bugünün sendikal mücadelesi, işçilerin hayat hakkı (işyerinde ölmeme) çizgisine kadar geriledi. İşçi hareketi daraldı ve siyasi zeminini yitirdi. Rakamları tam bilmiyorum ama görüyorum; eğitimli, üretken ve aile kuracak vakti gelmiş gençler, ayda bin lira civarında gelire rıza göstermek zorunda; hele işveren sigorta primlerini tam yatırıyorsa aliyyülâlâ! İşverenin –cabadan- fazla mesai taleplerini geri çevirmek pek mümkün olmuyor; iş garantisi diye bir kavram, 70’lerin Türkiyesi’nde kaldı; Yeni Türkiye’de işçi sınıfının savunduğu öncelikli mevzi, artık iş garantisi, sosyal haklar, yıllık izin vs. değildir; iş, daha doğrusu can güvenliğidir. Ne hazin bir gerileme!

Elbette sosyal güvenlik bakanları, her işyerini dolaşıp, iş asansörlerinin güvenliğini kontrol etmez, görevi bu değildir; onun görevi iş güvenliğini sarsabilecek her riske karşı tedbir mekanizması kurup gözetmektir. Türkiye henüz, iş güvenliği rezaletini (aslında işyeri cinayeti demek lazım) bir izzetinefis meselesi sayıp istifa eden bir siyasetçi görmedi. Her işyeri cinayetinden sonra “maktul” yakınlarını maddeten tatmin edecek tazminat düzenlemeleri ile rezaletin üstü örtülüyor. Soma faciası bile bir silkinişe, bir uyanışa vesile olamadı, Mecidiyeköy maktullerini de haftaya kalmaz unuturuz!

Siyasileri ve işverenleri suçluyoruz çünkü onlar olağan şüpheli veya doğrudan birinci derecede sorumlu mevkiinde, bu noktada artık Türk tipi sendikacılığı da sorgulamak gerekiyor; daha doğrusu bu hesaplaşmayı sendikacılar kendi içinde yapmak, esaslı bir özeleştiri geliştirmek zorunda.

Selahattin Demirtaş’ın önceki gün, konuyla ilgili herkesi bir güzel boyadıktan sonra sözü, “İşçiler, siz de artık örgütlenseniz iyi olacak” noktasına getirip bırakması haksızlıktı; işçiler bir ucunda ekmek, öteki ucunda hayatın bulunduğu ince ve zayıf bir ip üzerinde akrobasi yaparak hayata tutunmaya çalışıyorlar ve laftan öte daha ciddi desteğe ihtiyaç duydukları açık.


Kaynak (Arşiv)