‘İstifa’yı hatırlamak
Hilmi Yavuz dün köşesinde önemli bir noktaya işaret etti: “Vesayet ve despotizm” başlıklı yazının özeti, ilk cümlesinde: “Doğu toplumları, gerçek anlamda ‘demokratik’ toplumlar olabilirler mi?
Gerçek anlamda Doğulu bir demokratik toplum var mıdır, ya da geçmişte olmuş mudur?” Yavuz’un şahsî cevabını kısaca, “Henüz değil”dir; çünkü bizim gibi toplumlarda halkın oyuyla iktidara gelen partiler, demokrasiyi sadece meclis çoğunluğu olarak görmektedir, hâlbuki farklılıklara yaşama hakkı, katılımcılık, hayat tarzının hürce ifade edilebilmesi türünden bir çoğulculuk kavrayışının da ortak kabul (ve talep) haline gelmesi gerekiyor. İşte o demokratik kültür altyapısının eksikliğinden ötürü iktidar, dört yıl süreyle kamuoyundan “mûtî ve sâdık bendeler” gibi davranmasını bekliyor, farklı görüşleri ise oyunbozanlık, hatta ihanet olarak algılıyor.
Olup biteni, patırtısız ve yüksekçe bir gözlem yerinden değerlendirmek önemli. Karamsar gibi görünse de Hilmi Yavuz’un tesbitine katılıyorum.
Kırk gün kadar önce kabinenin üç önemli bakanı, adları yolsuzluk soruşturmalarına karıştığı için istifa etmek zorunda kaldılar. Aynı gün geniş çaplı bir kabine revizyonuna gidilmesi, istifaların çıplak anlamını örttü. Örtülen anlam şuydu: Üç bakanı, ciddi ithamlarla çekilmek durumunda kalmış bir kabinenin başbakanı, istifalarla kendi meşruiyeti arasında bir bağ kurulmasını zeki bir manevra ile engelledi. Demokratik kültürün egemen olduğu bir nizamda üç bakanı çekilmiş bir heyetin başbakanı, en azından ve nezaketen, “kusursuz sorumluluk” -veya Uludere raporunda zikredilen o ilginç, “kaçınılmaz hata”- gerekçesiyle istifasını ânında devlet başkanına sunardı.
Öyle olmadı, geçen bir buçuk ay zarfında Başbakan, hadiseler tamamen kendi bilgisi haricinde cereyan etmiş tavrını benimsedi. Var gücüyle soruşturmaları yürüten ekibi dağıtıp sindirmeyi tercih etti ve onları devlet düşmanı, işbirlikçi, hain bir paralel çete olmakla itham ederek inisiyatifi ele geçirdi.
Şimdi kimse, hemen istifa etmesi gereken bir heyetin iki ay boyunca nasıl olup da hükümet etmeye devam edebildiğini, hangi “meşrû” gerekçeden hareketle temel hakları, hatta doğrudan yargının işleyişini ilgilendiren kanun düzenlemeleri yapabildiğini, emniyet, yargı ve eğitim bürokrasisini hallaç pamuğu gibi nasıl atabildiğini sorgulamayı aklından bile geçirmiyor.
Bu ibretlik süreç, anayasaya ve kanunlara uygun fakat “demokrasi”ye aykırıdır. Demokrasilerde bu türden radikal kararları ancak yasama uzvunda güven tazelemiş güçlü siyasi heyetler yapar. Biz ise –kabul etmeliyim ki- çok ustalıklı yönlendirilen bir halkla ilişkiler çalışması neticesinde paralel yapı çeteleri, cemaat veya internete düşen dinleme kayıtlarıyla ilgilenmekteyiz. Başbakan sıkça 30 Mart’ın yolsuzluklar hakkında bir referandum teşkil edeceğini tekrarlayarak kamuoyuna en azından 30 Mart’a kadar yerinde kalmasını tabii bir süreç gibi takdim edebiliyor.
Ağaçlarla uğraşmaktan ormanı görmeyi unuttuk. En doğru yaklaşım, yolsuzluğun ve eğer varsa paralel yapıların, devlet başkanı tarafından yeniden atanmış ve Meclis’te güvenoyu tazelemiş bir kabine tarafından soruşturulmasıydı. Bizzat AK Parti açısından bile en sağlıklı yol buydu. “Başbakan iki ay önce nezaketen istifa etseydi devlet başkanı yine ona görev verecekti; ne değişirdi ki?” suali narkotik bir muhteva taşıyor çünkü bu soru, demokratik prensiplerin işleyişini, bir kişinin varlığına raptediyor. Demokrasi, karizmatik liderlerin yokluğunda bile, prensiplerin sağlamlığıyla kendi hayatiyetini sürdüren bir mekanizmadır.
Pek safdilâne bir talep gibi görünse de “istifa” kavramının altını çiziyor ve hatırlatıyorum; Türkiye, güven tazelemiş bir kabineyle seçimlere girmeli bence.