İşte yapıcı bir eleştiri
Öğrencilik yıllarında memlekete giderken Mamak’la Lalahan arasında yapılaşma yerine yeşillik görmek tuhafıma giderdi.
Bu “açık sır”ın anlamını sonradan keşfettim: bölge askeri mıntıkaydı. Eskiden beri, “Ordu göreve” pankartı açanlardan hiç hazetmedim ama vaktiyle şehir civarındaki geniş arazileri orduya tahsis eden zihniyete şükran duymam gerektiğini hissettim. Bazı kışla komutanları imkan ölçüsünde araziyi yeşillendiriyordu fakat olduğu gibi bırakanlara bile şehirciliğimizin (!) geleceği adına teşekkür borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Bazen bir şey yapmamak da hizmettir.
Gazetemiz önemli bir habercilik hadisesine imza koyuyor ve “testi kırılmadan” İstanbul civarındaki askeri alanların nasıl bir yapılaşma tehdidiyle yüz yüze geldiğini belgeleriyle ortaya koyuyor. İşin hülâsası hazindir. Askeri alan içinde kalan ve İstanbul ölçülerine göre hâlâ yapılaşmamış olması mucize sayılmak gereken araziler, eğer sessiz kalınırsa tez zamanda inşaat sahası oluverecektir.
İstanbul’un günün birinde adam gibi yaşanır bir belde olacağına inancım kalmadı; nerede boş arazi görsek, “Aa, niçin fark edememişler!” diye şaşırıyoruz artık. Bu şehrin ölçüleri, ıslah olmaz derecede baştan çıkarılmıştır ve tevbe-i nâsuh edilmiş olsa bile artık insanî ölçeğe hitab etmesi mümkün görünmüyor. Mevcut –sadece yeşilliklerin değil- boşlukların muhafazası, İstanbul’un bir cinnet şehrine dönüşmemesi için şart.
Peki, konuya ters açıdan bakalım: Şehir içinde ve civarındaki askeri mıntıkaların yerleşim ve yapılanmaya açılması gerçekten âcil bir ihtiyaç mıdır? İnşaat sektörü için sorunun cevabı evettir ve daha fazlası olsa daha iyi olacaktır. Şehirde inşâ etmek için yer arayanları bu taleplerinden ötürü ayıplayamayız fakat İstanbul’un sınırları var ve o sınırlar çoktan aşıldı. Şehir plancıları için ise askeri mıntıkaların yerleşimsiz boş yerler halinde bulunması bir nimet; üzerinde birşeyler yapmak için değil, bilakis yapmamak için.
Üçüncü köprü, yeni havaalanı ve ikinci boğaz projelerinin şehircilik açısından getireceği riskleri kamuoyu henüz bilmiyor. Öyle bir noktada ki İstanbul, yeni bir yol açmak veya yol genişletmek bile rahatlatmıyor, bunaltıyor. İstanbul’a yeni bina yapmak deniz suyu içerek susuzluğu gidermek gibi. İçtikçe fenalaşıyor, bina diktikçe boğuluyorsunuz. Bu arada Radikal gazetesinin şehircilik ve mimarlık konularındaki haberlerini ilgi ve takdirle takip ediyorum. Büyük kamu inşaat projelerindeki “çakma” Selçuklu ve Osmanlı taklitlerini eleştiren ve uzman görüşlerine yer veren Elif İnce haberi bunlardan biriydi; bir diğeri ise yeni stad yapmak için başlatılan Dolmabahçe kazısı ile ilgili ikazlardı. Beşiktaşlıları yakından ilgilendiren bu haberlerde “fikr-i takib” uygulandı fakat akıbetini bilmiyorum. Büyük takımlar söz konusu olunca her nedense ilkeler unutuluveriyor.
“Çakma” tabirini özellikle tercih ettim. Bir mimarlık tarzını cephe elemanlarından ibaret sayarak “mekân” fikrini öteleyen taklid yaklaşımının politikacıları memnun etmekten başka ciddi bir mimari endişesi yok. Elbette eski mimarlığımızdan ilham alınır, hatta adam gibi tecdid uygulamaları bile yapılır (az da olsa örnekleri var çünkü) fakat özellikle adalet saraylarında gördüğümüz taklitler genellikle başarısız; fena halde “eyyamcı makyaj” hissi veriyor.
Doğrudan hükümeti ilzam eden gelişmeler bunlar; keşke yapıcılık merakı, şehirlere zarar verecek hadlere kadar tırmanmamış olsaydı.
Anadolu’da “şurası yelden, burası selden...” diye devam eden helâk senaryoları söylenir öteden beri; bunların arasına “Emlâkçilik” maddesi eklemesek çok iyi olur gibime geliyor.
İşte bu yapıcı bir eleştiridir.