İstanbul'un ormanları nasıl kurtulur: Az sonra!..
Bir defasında uçak, Yeşilköy Hava Limanı'ndan, "bir iki tur atıver de öyle gel; şu an çok yoğunuz" mesajı almış olmalı ki, pilotumuz bizi en doğusundan batısına İstanbul üzerinde birkaç tur attırınca manzarayı daha net şekilde görebilmiş ve çok şaşırmıştım. İstanbul'un dağı taşı altın değil fakat ormandı.
"O senin bahsettiğin orman ancak uçaktan görülür; biz bunca yıllık İstanbul sâkiniyiz, orman filan görmeden geçti ömrümüz" diye homurdanacakları anlayışla karşılıyorum. Bahsettiğim orman, elbette ki Karadeniz Bölgesi'ndeki ormanlarla mukayese kabul etmez, küçük ölçekte bir ağaç yeşilliğidir ve tahminimce Ormanlar Kralı Tarzan, o meşhur ağaçtan ağaca sarmaşık dalıyla uçma numarasını İstanbul ormanlarında tekrarlamaya kalkışsa soluğu derâkab ortopedi servisinde alacaktır.
Anlayacağınız İstanbul ve orman kelimeleri, zihnimizde birbirinden o kadar uzak tedailere bölünmüş durumda bulunuyor ki, Dersaadet'i kuzeyden kuşatan orman örtüsünü görünce, "yok daha neler" demekten kendimi alamamıştım. İlk şaşkınlığım daha sonra gitgide derinleşen bir hayrete dönüşecekti: Acaba nasıl olmuştu da sevgili mütayitlerimiz, göz hizasından değilse bile uçaktan kabak gibi görülebilen İstanbul ormanlarındaki o derin kooperatif ve villa potansiyelini fark etmemişlerdi? Birkaç dakika sonra yanıldığımı fark edecektim; bal gibi fark etmişlerdi ve orman arazisi içine çil çil serpilmiş villalar, bir kısım mütayitlerimizin de İstanbul'u uçaktan alıcı bakışıyla seyrettiklerini ortaya koyuyordu.
O zaman aldı beni bir düşünce; niçin bazı orman arazisi içine villa, site, bilmemne kent benzeri yapılaşmalar konduruluyordu da bazı ormanlar yapılaşmadan henüz uzak kalmıştı?
Bu soruyu bugünlerde hepinizin sorduğuna eminim; cevabını, hukuk sistemimizin içinde yer alan "bilirkişi" kurumu biliyor. Orman işinden anlayan bir bilirkişinin "ormanlık alan" ile "orman vasfını kaybetmiş alan" arasındaki farkı tayin edebilmesi için mutlaka elle tutulur, maddi kıstaslar vardır. Bizim gibi sıradan insanlar bu teknik incelikleri bilmediği ve asla bilemeyeceği için lâfı uzatmak anlamsız. Bize düşen sadece ve ancak uçak penceresinden hırsızlama bir bakış fırlatabileceğimiz ormanlık arazideki yapılaşmaların ardında müthiş ve vahşi bir güç mücadelesinin yattığını tahminden ibarettir.
Ve bugün artık iyice farkındayız ki -meselâ- Gülhane Parkı içindeki yüksek ağaçların arasında, birbirine uygun aralıklarla yerleştirilmiş 20-30 villanın birkaç ay içinde mantar gibi yükselivermesi, aslında olmayacak işlerden değildir; sadece "uygun bilirkişi"lerin ve sair bazı gerekli kişilerin bir araya getirilmesi problemidir.
Bu arada İstanbul çevresinde, trafikten, gürültüden uzak, havası temiz, eli yüzü düzgün bir evde oturmak isteyenlere mesken inşa edip satan sektör mensuplarının, niçin ormanlık alan tercih ettiklerini de sorgulamalıyız; varlıklı insanlar, yeşillikler içinde bir evde oturmak istiyor olabilirler (hepimiz isteriz bunu); o zaman çaresi kıraç ve imara uygun bir arazi satın alıp yeşillendirmek daha doğru değil midir? Bilemediniz 7-8 senede hızlı büyüyen ağaç cinsleriyle ağaçsız bir araziyi şenlendirmek mümkün iken bazı mütayitler, niçin ille de devlet koruması altındaki yeşilliklere göz dikmektedirler?
Bunlar naif, -nasıl denir?- lüzumundan fazla safça sorular, farkındayım; yeniden başa dönelim en iyisi. İstanbul'u kuzeyinden kuşatan yeşil dokunun beni ne kadar şaşırtıp hayrete düşürdüğünü söylemiştim az önce. Her şeyden önce bu varlığı bugüne kadar koruyan, bakımını yürüten ve sahiplenen kamu görevlilerine teşekkür borçlu olduğumuzu ihmal etmemeliyiz. Neticede ormancılarımın içinden çok küçük bir kısmı, gayrımeşru işlere tevessül ederek gözükara inşaatçı takımıyla işbirliği yapmayı kabul ederken kaahir ekseriyet vazifesini hakkıyla yerine getiriyor ve kutlanmayı hak ediyorlar.
Gelelim esas meseleye.
Bu yılın yaz aylarında Beykoz sırtlarında villalarla gecekondu tipi apartmanların dudak dudağa yaşadığı bir semtte (mahallenin adını bilmiyorum ama Anadolu Hisarı sırtlarında bir yerdi) birkaç gün misafir kaldım. Kaldığım evin penceresinden ikinci köprü viyadüğü ve çevresindeki yeşil arazi gayet güzel görülebiliyordu. Manzaranın tadını çıkarırken, orman ağaçlarının tıraşlanmasıyla kazanılmış bir arazide buldozerlerle yıkılmış on-onbeş civarında villa gördüm ve ev sahibine sebebini sordum. Meğer bu villalar askerî mıntıka dahilinde veya askerî alana komşu vaziyette imiş.
O anda Cumhurbaşkanımızın "Türk aydınlanması" deyip durduğu şeyin varlığını kafamın içinde hissettim!
İstanbul'un ormanlarını korumak basitti aslında! Onları askerî mıntıka haline getirip etrafına dikenli tel çekerek yüz metre aralıkla "askerî mıntıka, değil girmek veya villa yapmaya kalkışmak, fotoğraf çekmek bile yasaktır" levhaları asmak kâfi.
Bakımını yine ormancılarımız yapsın gerekirse, bu arazileri 50'şer 100'er, 200'er yıllığına silahlı kuvvetlerimize kiralayıp kurtulalım; aynı fikri İstanbul'un içecek suyunu sağlayan havzaların çevresinde de tekrarlayabiliriz pekâlâ.
Bu fikrim İstanbul'a ve İstanbullulara armağan olsun. Takdir filan da beklemiyorum ama "bu ne militarist kafadır" diyeceklere şehirlerimiz ve çevresindeki yeşil alanların niçin hep "askerî mıntıka" içinde kaldığını da hatırlatmak isterim.