İstanbul'un lâle mevsimi Kur'an kültürü ve Bünyân-ı mersûs

"Şu dağların yükseğine erseler/Lâle sümbül, mor menevşe derseler" türküsündeki çiçek isimleri, çoğumuz için adı mâlum, kendisi meçhul şeylerdi.

Lâleyi ismen bilirdik, daha çok Lâle Devri'nden ve coğrafya kitaplarımızda yer alan Hollanda düzlüklerindeki lâle tarlalarından. Evet menekşeyi bilmeyenimiz yoktur. Nerede belediye parkı varsa, orada ille menekşe de olur ama gerçek lâleyi ilk defa ne zaman gördüğümü hatırlamıyorum ama çok eski bir tarih olmasa gerektir. Sıradışı meraklarıyla (meselâ karınca çiftliği kurup davranışlarını incelemek gibi!) hepimizi şaşıran Alper yeğenim azmetmiş, bir yerlerden lâle soğanı bulmuş, anneannesinin küçücük bahçesinde lâle yetiştirip birkaç soğan da bize hediye etmişti de "Aa lâle" demiştik!

Lâleye gözümüz İstanbul'da doydu sayılır; rol arkadaşı sümbül'e de. Her yıl bu zamanlarda parkları, yol kenarlarındaki çiçek tarhlarını süsleyen rengârenk lâle ve sümbül öbeklerini her görüşte belediyelerin sair icraatlarını bir tarafa bırakıp çiçek diken elleri alkışlayasım geldi hep. Yıllardır adı türkü ve şarkılarda kalmış ve Türkiye'yi tanıtımında kullanıldığı için neredeyse milli çiçek mertebesine yükselmiş lâle, benim için birden bire kavram olmaktan çıkıp sahici bir güzelliğe dönüştü.

İstanbul'da lâle mevsiminin göz açıp kapayana kadar geçmesini, "Zâhir lâlenin ömrü kısa demek ki" sebebine yormuştum; değilmiş. Bu konuda güzel- dikkat çekici bir mektup yolladı okuyucularımdan biri. Adı bende saklı, çünkü devlet memuru olduğu için ismi kapalı tutmayı tercih ettik. Bakalım neler söylüyor İstanbul'un lâle mevsimi hakkında?

Lale, birliği temsil eder

"Kalem feryat eder ağlar mürekkeb/Beni cahil eline düşürme Ya Rab!" Yukarıdaki özlü sözü lâleyi yol ortalarına hapsedenler için söylemek gerek ama nafile, lâle bu hale -cahil eline- düşmüş maalesef.

Efendim; 20 yıl kadar önce meslektaşlarla birlikte 1 yıl konakladığımız bir Avrupa ülkesinden dönerken, bendeniz 1 çuval lâle soğanı, diğer arkadaşlar da bilgisayar, video oynatıcı vs. gibi daha kârlı çağdaş şeyler ithal etmişti.

Devletin tahsis ettiği lojmanlarda, bir nevi Alkatraz Kuşçusu gibi bu işe heves saldım. Tecrübe ile bir şeylerin farkına vardım. 3 yıl sonunda kendimi ülkenin lâle işlerinden sorumlu bir mevkiine hazır hale gelmiş gördüm. Evvela; gülün aksine lâle koku vermez. Koku lâlenin sırrıdır, bu âlemde tadamazsınız.

Saniyen; lâle rengini, diğer çiçeklerin aksine güneşten almaz; rengi özünden gelir, güneşle iyi geçinemez. Güneşle rekabet de edemez. Lâlenin, güneşten nasibini almamış Hollanda'yı çok sevmesinin başlıca tabii sebebi budur.

Sâlisen; lâlenin yüzünü Sultanahmet Meydanı dahil, ağaçsız ve sütresiz hiçbir meydan güldüremez. Ömrü azalır, güneşe mağlup olur, normal ömrü takriben 6 hafta iken, güneş lâleyi kanser eder, bir haftada işini bitirir.

Rabian; lâleyi İstanbullular saksıya diksinler, evde gözleri gönülleri açılsın demek, lâleye kasdetmektir. Sabâ rüzgârını tadmadan lâle boy vermez.

Hâmisen; "Bu yıl 100 milyon lâle soğanı diktik, halkımız lâle özlemini giderdi gibi tezler, belediyeye gelen Sayıştay denetçisinin kimyasını karıştırabilir. Ne malum 100 milyon olduğu? "Müşahitlerden mürekkeb hazırûn listesi ve imzalı dağılım cetveli isterim", demesi ile "Bugün çok yoruldum, gidip Boğaz'da bir çay içsem açılırım, memleketi ben mi kurtaracağım", demesi arasında üj-bej dakka zaman farkı olur.

Sâdisen; bu millet iyi niyetli icraatlarla sevinir, içinde başka niyet olan işlerin bu millete faydası olmaz, aksi ve yandan başağrısı, mide bulantısı yapar.

Sondan bir önce: "... Güneş batıdan doğacak!" özlü sözünün değişik bir versiyonu için 15 Nisan-15 Mayıs arası Hollanda http://www.keukenhof.nl/ gezintisi yapılabilir; diğer değerler gibi lâlenin de nasıl el değiştirdiğini bizzat görmek için.

Son: Lâle Birliği temsil eder, ama bencil değildir. Tek başına noktadır, birlikte kelimedir, cümledir. Okumak için, lâlelerin, kendilerini sütreleyen ağaç dalları gölgesinde "Bünyân-ı mersûs" hallerine bakmak icab eder. Yol ortalarına, açık meydanlara Lâle dikmek bizim kültürümüzden bir parça değildir.

*

Lâle meselesine yine geliriz ama mektubun son kısmındaki "Bünyân-ı mersûs" teşbihinde bir lâhza duralım.

Kur'an kültürü diye bir kavramdan söz etmeliyiz. Nasib olursa bu güzel konunun üzerinde, tek başına ve hasseten bir başka yazıda uzun uzadıya durmamız kaçınılmaz görünüyor. Kur'an kültürü, Kur'an'ın lâfzına ve mânâsına hâkimiyet (yani âgâh olmak) halinin fikre, lisana ve davranışlara aksetmesidir. Eski metinlerde çok rastlarız; yazar, teşbihte bulunacağı veya bir fikri desteklemek için mesned aradığında o duruma münasip bir âyeti veya âyetteki bir kavramı zikreder; meselâ Bünyân-ı mersûs gibi veya "Sırat-ı müstakim" veya "Kütübin kayyıme" veya "Şarâben tahûra" gibi. Kur'an, bu kültüre hâkim kuşakların dimağında sadece Allah'ın vahyi değil, hayatı ziynetlendiren ve yorumlayan bir lugât gibi değer bulmuştu. Özellikle dua ihtiva eden ve çok bilinip tekrarlanan âyetler, gündelik lisânda Türkçenin tabii uzantısı halini almıştı.

Zarif bir kur'an teşbihi

İşte okuyucum, lâleyi tek başına değil de, diğer hemcinsleriyle grup halinde, müştereken görmek lâzımdır fikrini, fevkalade zarif Kur'ânî bir teşbihle anlatıyor. Cehaletimden mahcûbum fakat daha önce bilmiyordum, öğrendim: "Bünyân-ı mersûs" terkibi, Saff Sûresi'nin 4. âyetinde geçiyor, meâli şöyle: "Şübhesiz Allah, kendi yolunda sanki birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever." Âyetteki "birbirine kenetlenmiş bina" ifadesinin aslı "Bünyân-ı mersûs"tur. İbn Abbas bu kavramı şöyle izah etmiş: "Taş, taşın üzerine konur, sonra da bu taşlar, küçük taşlar vasıtasıyla birbirine bağlanır, derken bunun üzerine hâre dökülür ki, işte Mekkeliler bu tür yapıya, mersûs, yani birbirine temellenmiş, kenetlenmiş yapı adını verirler."

Lisân, böyle ayrıntıların dünyâsıdır; o büyüleyici iklime girmek için biraz emek, çokca da saygı ve muhabbet lâzım.

Hülâsâ edelim, benim gibi lâleyi canlı hâliyle âhir ömründe görmüş taşralı takımı için belediyelerin park ve bahçeleri, bulvar kaldırımlarını lâle sümbül mor menevşe ile süslemesi nîmettir, ikramdır, çok hoş, çok güzel bir jesttir lâkin okuyucu diyor ki, lâle böyle sunulmaz, yeri değil, yanlış yapılıyor; bu bizim kültürümüzün bir parçası değil!

Doğrusu bu rahatça ahkâm kesebileceğim bir mesele değil. Lâle projesini İstanbul çapında yürütenlerin bu itiraza karşı cevapları varsa elbette bilmek, sizlere de duyurmak isterim. Şahsen bir hafta-on günlüğüne de olsa, uzaktan gözle sevdiğim bu güzellikten hoşnudum; herhalde çoğu İstanbullu da böyle düşünüyor olmalıdır lâkin işin ucunda "Lâle görgüsüzü" gibi davranıyor olmak da var; milyonlarca lâlenin mâlî hesabına ise hiç girmiyorum.

Kanaatimi sona sakladım; lâle iyidir, güzeldir, hoşdur fakat bu fakirin gönlü kokulu karanfildedir; İlle de kokulu olacak!


Kaynak (Arşiv)