İstanbul-Ankara çekişmesine bir bakış
Bütün lâfzı ve rûhu ile Mustafa Kemal Paşa'nın damgasını taşıyan 1924 Anayasası'nın ( o zamanki ismiyle Teşkilât-ı Esasiye Kanunu) 2. maddesi, Cumhuriyet'in belki de ilk ve en önemli inkılâbını son derece net bir dille şöyle ifade eder: "Türkiye Devleti'nin dini İslâm'dır; resmi dili Türkçe'dir; makarrı Ankara şehridir" (1937 Yılında bu madde değiştirilerek devlete resmi din izâfe eden kısmı çıkarılmıştı). Nitekim Ankara'nın başkent olarak kabulü, Cumhuriyet'in ilanından da önce 13 Ekim 1923 tarihinde kararlaştırılmış, daha sonra bir anayasa maddesi haline getirilerek önemi vurgulanmıştı.
Ankara'nın başkent olması, artık bize tabii görünen bir gerçektir fakat o günlerde iç ve dış kamuoyunda hiç de tabii karşılanmamıştı. Bu gibi spekülasyonlara cevap verme lüzumu hisseden M. Kemal Paşa, Nutuk'da bu meseleyi şöyle izah ediyor: "Artık yeni Türkiye Devletinin başkentini bir kanunla tespit etmek gerekiyordu. Bütün düşünceler, Yeni Türkiye
nin başkenti Anadolu`da ve Ankara şehri olarak seçme lüzumunda birleşiyordu. Bu seçimde, coğrafî durum ve askerî strateji en büyük önemi taşıyordu. Devletin başkentini bir an önce tespit ederek, içten ve dıştan gelen kararsızlıklara bir son vermek şarttı. Gerçekten de, bilindiği üzere, başkentin İstanbul olarak kalacağı veya Ankara olacağı konusunda öteden beri içeride ve dışarıda kararsızlıklar görülüyor, basında demeçlere ve tartışmalara rastlanıyordu (...) Ankara'nın gerek iklim, gerek ulaştırma araçları ve gelişme kabiliyet ve istidadı ve gerekse mevcut tesisler ve kuruluşlar bakımından hiç de uygun ve elverişli olmadığını söylüyorlar."
Yeni devlet ve rejim bu konuda son derece kararlı ve net düşünüyordu; yeni başkent (pây-i taht değil) Ankara olacaktı. İsmet Paşa da bu konudaki fikrini jeopolitik gerekçelerle izah ederken, "Lozan'da Batı dünyasının murahhasları, mütehassısları, diplomatları ile görüşüyorum. Bunlar İstanbul Hükümeti`ni İstanbul muhitini tanıyan insanlar ve yeni devletin o muhitin insanlarına göre kurulmasını arzu ediyorlar. Bunu her hallerinden anlıyorum. Bizim bakımımızdan meselenin daha ehemmiyetli ve değişik cepheleri var. Bir defa Boğazlar askeri bakımdan tamamıyla açık, tamamıyla emniyetsiz. Bu vaziyetteyiz. Lozan Antlaşması'yla elde edebildiğimiz neticeler ve tarihî şartlar bizi endişeye sevk ediyor. Ayrıca Anadolu'nun ortasında bulunarak ve bir Anadolu hükümeti olarak yeni devleti çalıştırmak istiyoruz" diyordu.
Oysa ki Cumhuriyet idaresinin Ankara konusundaki ısrar ve kararlılığı jeopolitik gerekçelerden ziyade bambaşka ideolojik endişelere dayanmaktaydı. Yakın tarihimizde İstanbul-Ankara çekişmesi diye bilinen ve belli sektörlerde hâlâ devam eden bu çekişmede Ankara taraftarları ilk olarak İstanbul'un asırlarca padişahlık idaresinin ve Hilafet makamının merkezi olarak tanınması faktörünün, genç Cumhuriyete zarar vereceği inancında idiler. Yeni devlet ve yeni rejim, o günlerde genel planda Osmanlı imajının çağrıştırdığı sembol, anlam ve yerlerden uzak kalmak endişesindeydi; daha arka planda ise İstanbul fikri ve ismiyle iç içe geçmiş İslâmi motiflerle kendisi arasında soğukkanlı bir mesafe bırakmak ihtiyacı hissediyorlardı.
Derûnunda ne bulunursa bulunsun İstanbul, İslâm'ın âdeta ete-kemiğe bürünmüş şekliydi; asırlar boyunca İslâm dünyasının en saygıdeğer eğitim kurumlarına ev sahipliği yapmış, mimarisi ile ilk algılamada hemen "İslâm" fikrini çağrıştıran birbirinden güzel mâbed ve binalarla süslenmiş, hepsinden daha önemlisi Batılıların imaj dünyasında İslâm fikri ile bütünleşmiş bir mânâ genişliğine sahne olmuştu. Buna mukabil Cumhuriyet, İstanbul'u başkent kabul etmekle, kendince mesafe bırakmak istediği anlam ve imajlarla iç içe görünmek istemiyordu. İstanbul, belki de lüzumundan fazla güçlü bir imaj ağırlığına sahip olduğu için, bu şehirde yeni bir başlangıç yapmak Cumhuriyetin yöneticileri için maça bir sıfır mağlup başlamak cinsinden bir istenmeyen durum teşkil edecekti. Onlar yeni bir devlet, yeni bir ülke ve yeni bir toplum inşa etmek istiyorlardı ve bu iş için, mümkün olduğunca bâkir ve -İstanbul örneğinde olduğu gibi- fazlaca imaj yükü taşımayan bir yer seçmeleri gerekiyordu.
Ankara, bu maksat için en uygun yerdi. Evvelâ Milli Mücâdele'nin karargâhı ve makarrı olarak şöhret yapmıştı; eski ve dikkat çekmeyen bir Anadolu kasabası görüntüsüyle üzerine konulacak her tuğlanın, her binanın rahatça fark edebileceği mütevazı bir boyut taşımaktaydı. Bu binalar, bu yollar ve meydanlar, yeni mahalleler ve görenekler eskiyi değil, taze ve temiz bir başlangıç noktası teşkil eden Ankara'da, İstanbul'da olduğundan daha çok dikkat çekebilir, kendi anlamını inşa edebilirdi; buna mukabil İstanbul, tarihî birikimi ve mimari zenginliği ile üzerine konulan her anıtı görünmez kılan, kalabalığında eriten, büyüklüğünü ve anlamını hiçe indiren bir tabiî ihtişama sahipti.
İlk Meclis binasının hemen bitişiğindeki ikinci Meclis binasını o haliyle İstanbul'un herhangi bir semtine koyunuz; kayboluverecektir; Opera, DTCF veya Hukuk Fakültesi, Ankara Garı, Bakanlık yapıları gibi o günlerde Cumhuriyet yöneticilerinin gurur ve iftiharla seyrettiği binaları zihnen İstanbul'a taşıdığınızı farzediniz, görünmez hale geleceklerdir. İstanbul, bütün ihtişam ve güzelliğine rağmen eskiyi temsil etmektedir; Ankara ise sade ve iddiasız görüntüsü ile yeni bir başlangıçtır ve evvelemirde "İstanbul olmayan bir belde" olarak değer taşımaktadır.
Bu yaklaşım, "yeni bir başlangıç" yaparak yeni bir medeniyet dairesine geçme heyecanı içindeki Cumhuriyet yönetimi açısından anlaşılabilir unsurlar taşımaktadır ama İstanbul-Ankara geriliminin bu kadar kolay ve çatışmasız atlatıldığı da söylenemez. Tarihimizde "Takrir-i Sükûn Kanunu" diye bilinen ve yönetime olağanüstü yetkiler veren kanun, Şeyh Sait İsyanı'nın bastırılması dolayısıyla çıkarıldığı halde, kanunun verdiği yetkiye dayanılarak İstiklâl Mahkemeleri teşkil edildikten sonra muhalefet baskı altına alınmış, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılmış ve Tevhidi Efkâr, Son Telgraf, Sebilürreşad, İstiklâl ve Aydınlık gibi İstanbul'dan yayın yapan bazı gazete ve dergiler kapatılıp yazar ve sorumluları yargılanmışlardı. Bu hadise Ankara ile İstanbul arasındaki ilk açık çatışma olarak bilinir ve İstanbul'un yenilgisi ile sonuçlanmıştır.
Bu ilginç gerilimin bir başka vechesini ise Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın, 1919'un 15 Mayıs'ında Bandırma vapuru ile ayrıldığı günden tam sekiz sene müddetle İstanbul'u hiç ziyaret etmemesi teşkil eder. 1927'nin 1 Temmuzu'nda İstanbul'u ziyaret eden Gâzi, bir mânâda İstanbul'u artık Ankara'ya rakip olarak görmediğini de zımnen açıklamış, kimselerin uzak kalmaya dayanamadığı bu güzel belde ile barıştığını belirtmiş olmaktaydı.
...
Bugünden geriye doğru bakarak İstanbul-Ankara çekişmesini kısaca değerlendirelim: Ankara, Cumhuriyet'in ve yeni medeniyetin sembolü olmak iddiasını hâlâ taşıyabiliyor mu, zannetmiyorum. Ankara Türkiye'nin resmi, kanuni, anayasal ve politik başkentidir; ama kendini İstanbul'la kıyaslamaya hâlâ cesaret edememektedir. İstanbul, Türkiye'nin en pırıltılı, en görkemli vitrinidir; basın, sanayi, finans, eğitim ve kültür konularında tartışmasız bir câzibe merkezidir. Tabii güzellik meselesinde ise, uğradığı bütün ihanetlere rağmen değil Ankara'yla, dünyanın hiçbir şehriyle mukayese edilemez.