İsrail kazanıyor
Tam da 1947 yılında İngiltere, Filistin'deki Yahudilerle Araplar arasındaki nizâyı çözme işini BM'ye devrettiğinde bir BM diplomatı çıkıp, bölgede bir İsrail devleti projesinin mali ve siyasi veçhesini öğrenmek için bir şirkete sipariş verseydi, o şirket nasıl bir rapor hazırlardı? Böyle bir hayali kurgu tasarlamakta haklıyız.
Çünkü İsrail devletinin şimdiye kadar geçen 60 sene boyunca büyük problemler doğuracağı, bölgede savaş, çatışmanın eksik olmayacağı, devleti ayakta tutmak, o toprakları bir ülke haline getirmek için dışardan büyük rakamları bulan finansman sağlanması gerektiği, daha o günden tahmin edilebilir, görülebilir bir şeydi.
İsrail'in nasıl kurulduğuna bakınız; bugün olup-bitenleri anlamak için şarttır.
İsrail'in teşkilinde inat vardır, sabır vardır, azim ve inanç vardır; belki samimi mü'minleri için aşk bile vardır ama rasyonalite yoktur; bu teşekkülde bütün romantik unsurlar mevcuttur da bütün aklî unsurlar hariçte bırakılmıştır.
O şirket, raporunda kesinlikle, "değmez" hükmüne varacaktı: Değmez! Dünyanın her yerine dağılmış Yahudilere iklimi daha munis, toprağı daha münbit bir ülke tahsis edilmesi, II. Dünya Savaşı sonrasındaki politik iklimde işten bile değildi. Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Amerika, Güneydoğu Asya ve Pasifik'teki iri kıyım adaların pek çoğu bu iş için müsaitti. İnatla Filistin'i taleb ettiler; inançları o istikamette idi; inançlarını ise modern bilimin verileriyle desteklenmesi neredeyse imkânsız dinî esâtirde, Tevrat'ta buluyorlardı. İnanç onlar için bilimin doğrulaması gereken rasyonel bir veri değil, kudsî ve mutlak bir hakikat idi!
Bütün dünyada laik ve demokratik değerlerin yükseldiği bir zamanda, başta BM olmak üzere savaşın galipleri, İsrail'in dini esaslara dayalı bir efsâneyi tahakkuk hülyâsına "olur" dediler. Bu "olur" kararında Yahudilerin henüz beş altı sene önce Avrupa'nın göbeğinde uğradığı jenosit'ten doğan sempati ve merhamet desteğini ihmâl etmemek lâzımdır.
O günden beri İsrail, dünya Yahudilerinden toparlayabildiği kıt kanaat nüfusuyla büyük gayret gösterdi, çölü yeşertmek için destâni atılımlar yaptı, müthiş miktarlarda sermaye kullandı; komşularıyla defalarca savaştı, evlatlarının kaybına üzüldü, düşmanlarının kaybına sevindi. Bir günü huzur içinde geçmedi.
ABD ve İngiltere hükümetlerinin önderliğindeki Batılı kamuoyunun desteğiyle inatla Filistin'de tutundu; topraklarını genişletti; bölgedeki varlığının yarattığı gerilim yüzünden askerî-teokratik ama demokratik garip bir yönetim tarzı tutturdu; BM kararlarına, uluslararası hukuka ve insan hakları standartlarına direndi. Ceza görmedi, doğru dürüst kınanmadı bile. ABD'nin Irak'ı fiilen işgal etmesiyle, bölgedeki yalnızlığından kurtuldu.
Geçen altmış senede İsrail kendi düşmanını inşâ etti ve varlığına meşruluk kazandıracak derecede onu görünür kıldı; bu operasyonda o kadar muvaffak oldu ki, sayısı birkaç binle ifade edilen Hizbullah güçlerini, bugün ABD ve İngiltere'nin müşterek düşman konseptine sokmayı başardı. İsrail artık komşularıyla değil, bütün dünyayı tehdid ettiği ileri sürülen "radikal İslâmi teröristler"le savaşıyor!
Gazeteler Kana katliamıyla İsrail'in kaybettiğini öne sürüyorlar; hayır, İsrail kazandı; İsrail'i taktik ahlâki ihlâllerle suçlayanlar Tevrat'ı açıp okusunlar biraz. Bölgede barış olmayacak, çünkü barış İsrail için kullanışlı değildir; onlar gerginlik ve çatışma iklimi içinde kendilerini diri hissediyorlar.
Şimdi şöyle bir soruyla fikir idmanını tamamlayalım: İsrail'in barışa rıza göstermesi için Ortadoğu'nun nasıl bir şekil ve hüviyet alması lâzımdır?
İpucu benden; cevabı Tevrat'ta!..