İşlik!
Önce kelimeyi tartalım: Fransızcadan dilimize geçmiş bir kelime “atelier”; Türkçe okunuşunda ihtilâf var; bazılarımız için “atelye”, diğer bir kısmımız için daha ecnebî bir telâffuzla “atölye”. Arama motorunun istatistiğine güvenmek lazımsa “atölye” imlâsının daha yaygın (peki, doğru mu?) olduğu anlaşılıyor. İngilizcesi, artık çaktırmadan dilimize girmiş bulunan “workshop”; “stüdyo” karşılığı da var, muradımız o değil.
Peki Türkçesi nedir bu şirin kelimenin: En doğrusu “işlik”, “dükkân” karşılığı da fena değil ama mânâyı tam olarak doldurmuyor. İşlik güzel, efrâdını câmi, ağyarını mâni.
*
Babamın çalıştığı yere bizim evde atelye denirdi kısaca; yani TCDD Fabrikası. Alçakgönüllü bir işlik değil elbette, belki Türkiye’nin en önemli ağır sanayi işletmelerinden birisi; 40’lı yılların başında faaliyete geçen bu fabrika, Cumhuriyet’in iftihar ettiği eserlerdendir. Vagon ve yedek parçaları üzerine imâlâta başlayan fabrika, 1961’de “Bozkurt” adlı bir buharlı lokomotif yapmayı da başarmıştı. Bozkurt’un ikiz kardeşi “Karakurt” ise eşzamanlı olarak Eskişehir fabrikasında üretildi.
Ne var ki dizel lokomotiflerin saltanat zamanıydı; hayli gecikmiş bir proje olarak Bozkurt, tam 25 sene demiryollarında ahlaya puflaya koşturduktan sonra bugün, üretildiği fabrikanın bahçesinde biraz kahır, biraz da gururla benim gibi hatıra fotoğrafı çektirmeye meraklı takımına poz arkadaşlığı yapıyor.
Yazının kalan kısmına geçmeden önce ufak bir test yapalım: Eğer evinde şahsına mahsus bir takım çantası olmayanlardan (ne yani, bir pense ile tornavidanız bile mi yok?) iseniz, diğer sayfaya geçebilirsiniz. Darılmam. Bu yazı, en azından evinde bir takım çantası bulunduranlara ve hassaten “Ah bir işliğim, zâtıma mahsus bir atelyem olsa” diye iç geçiren bağrıyanık kafadaşlarıma hitab ediyor.
*
Günün birinde bir yakınım bana şimdikilerin yarı boyunda, minyatür bir keser hediye etmişti. Bildiğiniz keser ama tahta sapı, pikten demir aksâmı ile ufarak bir şey... Metalinin pik olduğunu öğrendiğim anda keserim artık iş göremez haldeydi çünkü kırılmıştı. Pik’in ne kadar kırılgan olduğunu bilirsiniz değil mi?
Rahmetli babamdan tahtadan ufak bir takım kutusu kalmıştı, yıllarca hâtıra diye tuttum, oynadım fakat aradığım özelliklere sahip değildi. Daha fazlasını istiyordum.
Az önceki cümlede biraz da farkında olmadan kullandığım oynamak kelimesi kilit kavram. İster ufak bir takım çantası olsun, isterse dört başı mâmur bir işlik; neticede bir oyun vesilesidir. Erkekler, hangi yaşta olurlarsa olsunlar, bir şeyleri yaparak veya bozarak oyun oynarlar. Oynamak eğlenceli bir şeydir; bir adım sonrası oyun oynarken, yani eğlenirken üretmek.
Bir şeyler üretirken acı çeken insanlara üzülmeliyiz; hem kendilerine yazık ediyorlar hem işlerine. İmân selâmeti haricinde mutlu bir hayatın en bariz nişânı bana göre. İnsanın işini sevmesi, çalışırken eğlenmesi, üretirken var olmasıdır.
*
Boşuna takım çantası deyip durmuyorum; işliğin en basit, en mümkün hâli takım çantası. Onu, el aletleri satan markalı büyük mağazaların hemen girişinde, boy boy, cins cins dağlar gibi üst üste yığılmış haliyle hatırlayacaksınız. Bazı mağazalar bu işlerden anlamayan müşterileri için olsa gerek, içi dolu el çantası bile satıyorlar. Birkaç çekiç, ufak bir testere, birkaç pense, üç beş tornavida, iki törpü, plastik ambalajlara sarılmış vida ve çivi; al sana takım çantası!
Böyle bir toplama kit, gerçek bir ustayı asla kesmez, bir ustaya asla yetmez ve bir usta asla böyle alaminüt (hızla toparlanmış, itinasız) alet listelerine itibar etmez. Bir usta (müsaade buyurursanız kendimi de bu zümreye iltihak ediyorum!) toplama takıma güvenmez, takımda kalite arar; iyisini görünce dayanamaz, ihtiyacı olmasa bile –icabında kendini bile aldatarak- ona sahip olur.
Günün birinde işe yaraması şart değildir. Ara sıra onu seyretmek, bakımını yapmak, evirip çevirmek bile zevk menbâıdır.
*
Takım çantası çocuk gibidir; günün birinde mutlaka büyür, ergenleşir, delikanlı olur ve işlik hacmine bürünmek ister. Alet çantasının, her şeyi aynı çantaya üst üste sığıştırmak gibi –iyi ve kötü- bir meziyeti var: İyidir, dağınıklığa mahal vermez, kötüdür, çünkü bir “usta”, edevâtını daima ve tercihan bir duvar panosunda, yaptığı işe göre ve kullanılmaya âmâde tarzda görmek ister.
Takım çantası başlangıç olarak iyidir hoştur fakat daha ziyade yumuşak tahtaya çivi çakarken çekici parmağına vurup “üf” olacak derecede becerikli ama iyi niyetli aile reislerine mahsus bir şeydir; nitekim böylelerinin takım çantaları genellikle kullanılmadan yaşlanıp paslanan taklavatla doludur.
Heves edilip alınmış, lakin hakkı verilmemiştir.
*
İşlik; işte telâffuzu bile insanın içini ısıtan, renkli ve zengin hülyâlara yelken açtıran, sıcacık ve şirin kelime (isteyen atölye olarak da okuyabilir). Zanaatkârın işliği, aynı zamanda dükkânıdır; ekmeğini orada kazanır.
Farkında mısınız, bütün zanaatkârların işlikleri bir nevi büyücü dükkânı, simyâhane veya sultan saraylarının kırkıncı odası gibi insanda orada bulunmak, hatta orada yaşlanmak arzusu uyandıran kışkırtıcı mekânlardır. İşlik şeklindeki dükkânlarda yapılan işi, usta ile âlet arasında biçim kazanırken, hatta “olurken” görürsünüz. En sahici şekilde üretiyor, hayata bir şeyler katıyor olmak bütün zanaatkârları, kendileri pek farkında olmasa bile bir parça filozof yapmıştır. Bir çay içimi sohbet etseniz, daha çayın dibi soğumadan felsefî aforizmalar tipi gibi yağmaya başlar.
Yahu ne güzel adamlardır onlar; güzel dediğime bakmayın, çoğu dışarıdan huysuz, geçimsiz ve ters adamlar gibi görünür; öyle olmayı biraz da istiyormuş gibi bir halleri vardır. Meşgul edilmekten hoşlanmazlar ama dinleyeni bulunca yaptığı işin mânâsını uzun uzadıya anlatmaktan kim hoşlanmaz ki?
*
Geçenlerde bir okuyucum, esaslı bir fırça mektubu gönderdi; diyor ki: “Yazıyı yayıyorsun, aklına ne gelirse anlatıyor, oyuncakçı çarşısından geçen çocuklar gibi gördüğün her dükkânın önünde duraklayıp oyalanıyor, tam esas konuya geçerken yazıyı bitiriveriyorsun; olmuyor, yazılarınıza biraz daha fazla zaman harcamalı, okuyucuyu biraz daha ciddiye almalısın!”
Sert fırça; üstelik adam galiba haklı; ne yapacağız? İşte dediği oldu yine. Tam işlik mevzuuna girecektik, yer bitti.
Okuyucu haklı, ben de haksız sayılmam ama. Tedai çiçeklerini derin derin koklamadan hayal bahçelerinde gezinmenin ne zevki var ki?
Şöyle yapalım; bu kadarını “kahve altı” kabul ediniz, ana yemek, nasib olursa gelecek haftaya sözüm olsun inşallah!