Islattıkça köpüren ucuz bir sabun markası: "Censor"
Tartışmadan önce işin aslına bakmalı; bizim sansür deyip geçtiğimiz kelime Latince'nin Batı dillerine hediyesi: "Censor", eski Roma Cumhuriyeti'nde nüfus ve ahlak meselelerine bakan yüksek rütbeli görevli anlamına geliyor; kelimenin İngilizcedeki karşılığı da buna yakın: "Başkalarının ahlaki davranışlarını kontrol eden kişi". Aynı kökten türetilen sıfat, anlamı daha netleştiriyor; "cencorius", durmadan kusur bulan, tenkitçi demekmiş. Halbuki sansürün Türkçe karşılığı, bu gibi kafa karışıklığına meydan vermeyecek kadar sade: "Sansüre hayır!" sloganı bile, kavramın aslında hiç de matah bir şey olmadığını ima ediyor. Sloganlarla düşünüp iş görmenin zararı burada işte; "sansüre hayır" sözü çok tekrarlandığında, ortalama çoğunluk için verem mikrobu, AIDS virüsü, uyuşturucu madde veya her nevi zulüm cinsinden "apriori" bir menfilik gibi görünüyor; hele bu çığlık bir sanatçının ağzından çıkıyorsa! Sansür kavramının Türkçede hayli bozuk bir sicile sahip olması, sansür merkezli tartışmaların da çoğu kere gerçeği gizlemesine yarıyor. "Sansüre hayır" sloganına bir de şu açıdan bakmayı deneyelim: Tenkide hayır veya ahlaki kontrole hayır diye bağırmakla sansüre lanet okumak arasında hayli tereddüt öğütecek bir fark bulunduğu ortada.
Topluma yerleşmiş ahlaki standartları bile sıkıcı ve despot karakterinden ötürü manasız bulacak kertede bohem hayat tarzını benimsemiş olanlara söz yok; ama Batılı hayat tarzının bir dizi resmi ve gayri resmi "censor" süreçlerine hala itaat ettiğini niçin görmezden gelelim: İşin bir de "otosansür" boyutu var ki, sansüre hayır diyenlerin biraz nefeslendikten sonra "otosansüre de hayır" diye bağırmamaları için ortada hiçbir sebep görünmüyor. Bu durumda kimlerin gizliden gizliye kendilerine otosansür uyguladıklarını araştırmak işi bile başlı başına bir "censor" süreci teşkil ediyor ki içinden çıkabilene aşk olsun!"
Basın hayatında sansürün kaldırılmasından neredeyse bir asır sonra hala iştahla sansür tartışmalarına girişmemiz aslında "geri" adım sayılmaz; şüphesiz otosansür yaşadıkça otosansür çerçevesinin kamu alanına yansıması yönündeki istekler de daima canlı kalacaktır; fikir ve sanat eserleri söz konusu olduğunda kabarıveren sansür aleyhtarlığımız, aslında "denetim, tenkit ve kısıtlama" çerçevesinde kamu hayatının sansürsüz olamayacağı gerçeğini hep ıskalayıveriyor. "Hukuk"a uygun olsa bile her kanun, "denetim, tenkit ve kısıtlama" anlamında sansür anlamına geliyor; hürriyetin paylaşılmasından doğan bir paradoksla karşı karşıyayız. Düzen, sansür demektir; hayatın belirli alanlarına denetim ve kısıtlama getirmeden işleyebilen "düzen" yok. Kırmızı ışıkta beklemek, çimenleri çiğnememek, mesken dokunulmazlığına saygı duymak, "nezih" ortamlarda argodan kaçınmak, gecenin on ikisinde trompet egzersizi yapmamak vesaire gibi sayısız kanun, gelenek, edeb ve nezaket kuralıyla kuşatılmış durumdayız ve en ince nezaket gereği bile ucundan kıyısından sansür kapsamına giriyor. Devlet, kamu düzeni, aile ve her nevi ahenk ihtiyacı mevcut oldukça sansürden kurtuluş yok.
Sansürcübaşılarına keyiflerinden ellerini ovuşturtacak felsefi esbab-ı mucibeler sıralamak niyetinde değilim; netice itibariyle san'atın da kuralları vardır san'atta yıkılan her kuralın yerine yenisi peydahlanıverir. Sınırlılıkların mahpesinde yaşıyoruz.
İnsanın burnunu düşürecek kertede ucuz ve kalitesiz bir sabunla köpürtülen "sansüre hayır" efeliğinin ardında samimiyetten gayrı ne aransa bulmak kabil; Ak Tv'nin tam bir ay süreyle ekranları karartıldığında bu 'Zaloğlu Rüstem'lerden birinin bile gıkı çıkmadı; demokratik samimiyet gerektirir, bir de akıl. Tamam, ekranlar kararmasın; ama bilelim ki insanlar toplum halinde yaşadıkça "censor" hep mevcut olacak. Sansüre mikrop muamelesi yapanların da kafasında bir sansürbaşı oturuyor.
Delillendirmeye gerek yok; gazete okumuyor musunuz?