İslamcılık tartışılıyor; ya milliyetçilik?
17-25 Aralık yolsuzluk tartışmalarıyla beraber, Türkiye’de İslamcılığın meşruiyeti tartışılmaya başladı. Bu hususta hâkim tez, Cumhuriyet’in kurulmasından bu yana üvey evlat muamelesi gören, itilip kakılan ve şüpheli etiketiyle yaftalanan İslami kesimin, AKP iktidarı ile birlikte devletin merkezine taşındığı için “Fena fi’d-devle” mahiyetine büründüğü idi. Yani İslamcılar ilk defa iktidar nimetlerine kavuşup devletin pek çok kurumunu doğrudan kontrol etmeye başladıklarında tarihî tezlerini terk edip ‘İslam davası’ndan çok devletin bakış açısını sahiplenmişlerdi.
Bu tartışmaya yeni bir boyut getirmek iddiasında değilim fakat İslamcıların iktidarı ele geçirmesi, aynı derecede önemle tartışılması gereken bir başka meseleyi görünmez kılıyor. Bu mesele milliyetçilerin devletle ve dolayısıyla siyasetle ilişkisinin doğurduğu ve doğurması muhtemel arızalardır.
İslamcılar, iktidarı kontrol etmeye başladıklarında temel tezlerinden ve özellikle bu tezlerin temelinde durduğu varsayılan ahlaki zeminden öteye savruldular ama milliyetçiler henüz böyle bir imtihanla göğüs göğüse gelmedi. Zayıf ortak olarak katıldıkları birkaç koalisyon ortaklığındaki performansları ise soğukkanlılıkla değerlendirilmedi. Çünkü ‘Millet’ onlara iktidarın tamamını kontrol etme yetkisi vermemişti! Dolayısıyla milliyetçilerin doğrudan devlet iktidarı karşısında takınacakları tutum daima bir varsayımdan öteye gitmedi.
Milliyetçi fikriyat, 1969’dan beri siyasi bir partiyle temsil ediliyor; henüz tek başına iktidar olmadıysa da kısa süreli iktidar ortaklığı ve daha çok muhalefetteki tutum ve davranışlarından hareketle bazı tespitlerde bulunmak mümkündür.
Türkiye’de milliyetçi düşüncenin özünde ‘Devletçi’ bir çekirdek var. Bu yaklaşım, milliyetçiliğin romantik ifadelerinde kendini “Devlet-i ebed müddet” sloganıyla belli eder. Devlet-i ebed müddet, toplumların hayatında devletin -gerekirse millete rağmen- öncelenmesi fikrine yaslanır. “Millî devlet, güçlü iktidar” sloganının ışığında devlet, toplumdan daha güçlü olmalıdır; o, tek tek fertlerden ve toplumdan yüksek ve hayati bir değer ifade eder. Devlet ve dolayısıyla ‘kamu düzeni’ riske girdiğinde ferdî hakların, demokratik hukuk düzeninin ve kurumların bir süreliğine olsun askıya alınabileceği peşinen kabullenilir.
Milliyetçilik, Türk siyasi hayatında kabaca bu tezlerle temsil edildi ve şimdiye kadar yüzde 20 civarında bir seçmen desteğinden daha ileride bir siyasi başarı gösteremedi. Oysaki geleneksel muhafazakâr sağ çizginin partileri, yumuşak bir milletçilik retoriğini sahiplenmekle beraber demokratik kurumlara, temel şahsi hakların korunmasına ve kalkınmacılığa öncelik vererek çok daha başarılı oldular. Milliyetçi bakış açısıyla toplum, milliyetçi partiden daha çok halkın refahını ve hürriyetleri savunan sağ partilere destek verirken, milliyetçi partiyi merkeze göre marjinal bir yerde bıraktı.
Buna rağmen milliyetçi parti 69’dan bu yana siyasi yelpazedeki varlığını, iktidar olamayacak yüzdelerle korumayı başardı. Çünkü Kürt meselesinin demokratik yollardan çözülmesi sürecinde devletin muhtemel tavizlerinden endişe duyan seçmen, milliyetçi partiyi âdeta ‘tehlike ânında başvurulacak’ bir siyasi avadanlık olarak gördü. Seçmen, milliyetçi partiyi tek başına iktidar olacak ve yeni bir kalkınma ve toparlanma vizyonu verebilecek bir yerde görmüyor ama elden çıkarmaya da razı değildir.
İslamcıları, ‘İçlerine devlet kaçtı’ veya ‘iktidarın büyüsüne kapıldılar’ gibi gerekçelerle yargılamak doğru ve gereklidir fakat milliyetçilerin tek başına iktidar ihtimalinde İslamcılardan daha demokrat davranabilecekleri konusunda hiçbir garanti yoktur. Partinin sözcüleri ve yayın organları bilakis her krizde, siyaseten muhalif olmalarına rağmen nihai planda ‘Devlet’i temsil ettikleri gerekçesiyle toplumun demokratik talepleri karşısında ‘devlet’ ve dolayısıyla iktidarı fazlaca yıpratmamayı tercih ediyorlar.
İtinasız bir söyleyişle, ‘İslamcıların içine devlet kaçmış olabilir’ fakat Milliyetçilerin içinde o zaten hep vardı!
Türkiye’de milliyetçi partinin geleceği varsa, günün birinde –ümit ederim ki fazla gecikmez!- gereğinden fazla büyük ve cabbar devlete karşı tek tek fertlerin ve bir bütün hâlinde toplumun demokratik haklarından yana esaslı bir siyaset değişikliğine gitmeleri şarttır. Aksi takdirde, uluslararası çevrelerin de devreye girmesiyle Türkiye’ye dayatılacak zoraki bir barış oldubittisinden sonra milliyetçi parti, barajın altında kalarak eriyen ve ufalan bir nostaljik kurum hâline gelecektir.