İslam tarihi için yeni bir gözlük!
Cuma namazına gidenler, her hafta hutbenin sonunda (Halife Ömer bin Abdülaziz tarafından hayırlı bir âdet kılınan Nahl Sûresi 90. âyetin metnini ve meâlini dinliyor, belki üzerinde biraz düşünüyorlardır. İbni Mesud’un, “Kur’an’da iyilik ve kötülüğü en fazla toplayan âyet budur.” diye işaret ettiği âyetten bahsediyoruz. “İnnallâhe ye’muru bil adl” diye başlayan bu âyetteki “bağy” kelimesi genellikle “azgınlık” olarak karşılanıyor. Diğer meâl sahipleri, “hırs ve haset, birbirini çekememe, ihtiras, kıskançlık, çekişme” diye karşılamışlar kelimeyi.
Rahmetli Ömer Nasuhi Bilmen’in, “Hukuk-ı İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu”nun 3. cildini karıştırırken bu kelime hakkında etraflı ve esaslı tahliller buldum. Bağyi aynen şöyle tarif ediyor: “Veliyyül’emrin daire-i itaatinden bir te’vile istinaden haksız yere çıkarak tegallübde bulunmak, isyankâr bir vaziyet almak.” Yani bağy evvelâ âsidir, itaati reddeder fakat Müslümanların katlini, mallarını zorla almayı ve esir edilmelerini helâl görmez. Bir ince ayrıntı daha: Bagîleri caydırmak için açılan sefer, cihad kapsamında sayılmaz zira Bagîler, Bilmen merhumun izahına göre yol kesenler (kutta-i tarîk) ve Harîciler gibi İslâm dairesindedir!
“Günümüzde Bagîliğin tam karşılığı ne olabilir?” diye düşünmeye başladım. Belki cüretkâr, ama Bagîlik pekâlâ, kendini Müslüman addedenlerin aralarındaki çatışmaların tamamını kapsayan bir çerçeve kavram olarak yorumlanabilir. Klasik Osmanlı tarihlerinde “Erbâb-ı bağy u isyân” tabiri (Mesela Naima, IV. c., s. 1822) devlete silah çeken organize Müslüman muhalifler (Celâliler, şakîler vb.) hakkında kullanılıyor; hatta İran Şahı Abbas hakkında “Reis-i fitne-i bagiye (I. c., s. 239)” tabirini tercih etmiş Naima Efendi, zira o dahi İslâm dairesinde addedilmiş.
Bu sıkıcı ve daha fazla ayrıntıya muhtaç mâlumatın bendeki çağrışımını kısaca arz edeyim. Bu kavram, İslâm tarihinin en az bilinen ve üzerinde pek az tefekkür olunmuş faslını, yani Müslümanlarla arasındaki siyasi çatışmaları nitelemek için mükemmel bir çerçeve veriyor; yani iç savaş, yani Beyn’el İslâm bir çatışma halinde kimi nasıl isimlendirilmesi gerektiğine İslâm fıkhı ilginç bir tarif koymuş. Müslüman güçler arasındaki çatışma, hatta bazen kıtallerin, “milli tarihçilik” anlayışı ile biraz görünmez hale geldiği açık. İslâm tarihçileri ise genellikle konuyu “veliyyül’emr”in yani meşrû otoritenin cenahından tasvir ettikleri için bu tip metinleri okurken farkına bile varmadan taraf haline geliyoruz. Bir misâl vereyim: Karamanlı-Osmanlı Hanedanı arasındaki çatışmalarda –bir kısım Karamanlı kardeşimiz hariç-, hemen herkes hadiseyi Osmanlı penceresinden seyrederken bulur kendini. Böylece dram flulaşır, facia kabul edilebilir bir mahiyete bürünür; neticede olup biten siyasi bir kavgadır ve siyasi çatışmalarda mağluplar genellikle haksız yazılmışlardır.
Nereye geliyorum? İslâm tarihini gözlük değiştirerek okuduğunuzda farklı bir şey çıkıyor ortaya. Genellikle dini bir heyecan ve zevkle takib ettiğimiz hadiselerin temel tabiatında “dinî” olandan ziyade –bu ibareyi yazarken çok üzülüyorum ama- “siyasî” faktörlerin daha baskın çıktığını farkediyoruz. Hâlbuki İslâm’ın insanlara telkini emr-i bi’l mâruf’tur. Siyasi maslahatın icab ettiği yerde “din”den taviz verilirse bu bildiğimiz “tarih” oluyor. Emr’e ittibâ edildiğinde ise tarih üstü bir süreç başlıyor. Pek az şahit olduğumuz için adlandıramadığımız şey; meselâ Devr-i Saadet!
Suriye’de veya Mısır’da kimin ehl-i bugât’tan olduğunu kim tayin edecek; o zaman meseleyi daha iyi fark edebileceğiz!
Mevzu geniş ve derin; ihtiyaç hâsıl olursa yine devam ederiz inşallah!