İslâm dünyasının kaderi "söz"le hayat arasında
Tarihteki İslâm enerjisini büyük bir medeniyet haline getiren aksiyon "söz" idi. Sözden kopuş ataleti ve dünyadan, gündelik icap ve suallerin cevabından kopuşu getirdi. Müslümanlar, kitaplarına ve ahitlerine bağlı kalmadıkları için Batı dünyası karşısında geri düştüler demiyorum, tam aksine, daha kapsamlı olarak sözle ilişkilerini âvâreleştirip, sözle insan arasındaki ara yüzeyde durmayı seçtikleri için vakarlarını kaybettiler
İslâm "kitabî" bir dindir; ana kaynağı kitaptır ve bu kitap, İslâm'ın bütün şifâhi birikimi bir gecede kaybolsa bile onu yeniden ihyâ edecek güçte muhkem bir yapı gösterir ve bu hâliyle diğer dinlerden ayrılır.
Müslüman sanatlarda trajedi yoktur ama Müslüman için trajedinin varlığından söz edebiliriz: Söz ile hayat arasındaki berzahta temsil olunan bir trajedidir bu. Müslüman "söz"ü yaşanılır kılmakla görevlendirilmiştir. Kelâm, eyleme dönüşmek için varsa, Müslüman kelâmla eylem arasında bağlantı mevkiindedir. Zira mukaddes kitapların tarihte belirli zaman aralıkları ile gönderilmesi ve insanın söze muhatap kılınmasında şüphesiz ilâhi bir mantık bulunuyor. Esasen vahyin iki şekilde tecelli ettiğini biliyoruz. İlki, insanlar arasından seçilen birinin (Nebî) vahyi, yaşayan bir örnek halinde temsil etmesidir. İnsan evvela kendi cinsinden birinin getirdiği haberi, onun bütün davranışları ve ahlâkını gözlemlemek sûretiyle tanımıştır. Vahyin söz şeklinde inzâli, insanlığın da söze ehil hale geldiği anlamına gelir. İslâm inancına göre son peygamberle birlikte söz şeklindeki vahiy de sona erdirilmiştir. Vahyin "söz ve insan" şeklindeki haliyle artık kesilmiş olması göze alındığında, son Resûl'ün ölümlü fakat onun getirdiği sözün kalıcı olması, artık insan kaderinin sözle hayat arasında kaldığına işarettir.
Böylece kitabın sözleri, ona ittiba eden Müslüman için evvelen okunması, saniyen anlaşılması ve en nihayet bir hayat süreci haline getirilmesi gereken kıymettedir. Müslüman "söz"ün muhatabıdır; sözün muhatabı olan kişi Müslümandır. Hem ağır bir sorumluluk, hem büyük bir onur.
İtiraf edelim; Bu da bir tahriftir
"Ehli kitab" diye tarif edilen toplumların sözle ilişkisini de değerlendirmek gerekiyor; Kur'an'a muhatap kılınan Müslümanlar haricinde önceki kitaplara, yani Tevrat, İncil ve diğer suhufa göre dinlerini tarif eden Museviler ve Hıristiyanların "söz"le ilintisi nedir? Kur'an, önceki kitapların tarihi süreçleri içinde bir şekilde o kitabın muhatabı durumundaki insanlar tarafından tahrif edildiğini söylüyor. Kitabın tahrifi, sözün anlamının da tahrifidir ve böylece söz, söz olmaktan çıkar. Tahrif edilmiş sözün hayata nisbeti yoktur, dolayısıyla muharref sözle hayat arasında bir nisbet arayanların işi müşkülleşmektedir. Hayatı yüzünden okuyarak sözün anlamına ulaşmak mümkün olduğu ölçüde zordur; muharref sözden hareketle hayatı yorumlamak ise teorik açıdan imkânsız.
Aynı durum, "sahih söz"ün muhatabı Müslüman için de geçerli olabilir ve öyledir de. Müslüman sözle hayat arasındaki aralıkta yaşar. Söz sâbit ve bâki, hayat değişken ve aldatıcıdır. Teorik açıdan herhangi bir Müslümanın sözle ilgisini fiilen kesmesi mümkün ve çok rastlanan bir hâldir. Söz fiilen ortadan kalkınca geriye hayat kalıyor; yani biyolojik bir süreç. Hayatı biyolojinin fevkine çıkaran ve ona mânâ katan ise sözün doğrultusu.
Sadakatin kimyası
Dikkatini sözün kaynağına çeviren Müslüman bu defa "sıdk" problemiyle karşı karşıya kalacaktır. "Sıdk" sözle hayat arasındaki mutabakattır. Sözün doğru anlaşılması meselesi, ezeli ve ebedi bir problem alanı teşkil eder. Sözün insandaki aksi, insandan insana değişiyor ve beyin kimyası, aynı sözü birbirinden çok farklı tarzda yorumlayabiliyor. Sözün anlamı, parçada değil bütünde saklıdır; her parçanın anlamına, ancak bütünün kazandırdığı vizyondan hareketle erişmek mümkündür zira söz, çok sayıda parçadan müteşekkil olsa da bütün halinde anlam kazanacaktır. Ve bizler "söz"ü anlayabilecek niteliklerle donatıldığımız halde aynı nitelikleri besleyen insanî mekanizmaların suiistimaliyle sözü, olduğundan farklı çerçevelerde de anlayabiliriz. Söz, anlamına sâdık kalmamış, doğrultusundan inhiraf etmiştir.
Şahsiyeti kemiren sarsaklık
Vahiy mânâsıyla değil, düz okunuşu ile sözün hayatımızdaki yerini sorgulamamız gerekiyor. Bu iş "söz vermek veya sözünü yerine getirmek"ten başlayıp, söze, kelâma, yani "logos"a ne anlam verdiğimize kadar uzayıp giden bir hesaplaşma sürecidir. İslâm'a birileri dahletmeye kalkıştığında Müslümanlar genellikle İslâm'ın mükemmelliğinden, barışseverliğinden ve insanlık için ne büyük bir hayır teşkil ettiğinden hareketle savunmaya geçerler; bu bir anlamda, "Biz Müslümanların temsil ettiği İslâm, İslâm'ın kendisi değildir, halbuki siz ideal ve kitabi mânâda İslâm'ı eleştirerek haksızlık yapıyorsunuz" tavrıdır ve Müslümanların "kelâm"la nasıl cüdâ düştüklerini de itiraf eder. Hakikatte Müslüman'ın ve genel çerçevede insanın hüsrânı, "söz" ile hemâhenk olmakta gösterdiği sarsaklıktır. Sarsaklık, çünkü "söz"ün farkındadır; sarsaklık çünkü sözle arasına mesafe koymakta ve o aralıkta şahsiyetini kaybetmektedir.
Laikçiler bile kendiliğinden mağdur
11 Eylül faciasından sonra neredeyse bütün Batı kamuoyunun, yumruğunu bir itham işareti haline getirerek İslâm dünyasına çevirmesi, ne kadar da izzetinefsimizi rahatsız ediyor; hatta anayasal bir niteleme olmadığı halde sırf sosyolojik aidiyetten ötürü Müslüman kimliği taşıyan ve laikçilik tercihiyle tanınan insanlar bile bu ithamdan eza duymaktadır. En samimi dindarından, dinine en ferah yaklaşanına kadar bütün bir İslâm dünyası bugün niçin, Batı kamuoyu nezdinde menhus bir "öteki" objesi haline gelmiştir? Bence bu sevimsiz ve itici mevkie gelmiş olmamızın sebebi, bizi bir âlem halinde tarif ve tavsif eden "söz" ile bizim yönelişimiz (orientasyon) arasındaki o mühim inhiraftır. Tarihteki İslâm enerjisini büyük bir medeniyet haline getiren aksiyon "söz" idi. Sözden kopuş ataleti ve dünyadan, gündelik icap ve suallerin cevabından kopuşu getirdi. Müslümanlar, kitaplarına ve ahitlerine bağlı kalmadıkları için Batı dünyası karşısında geri düştüler demiyorum, tam aksine, daha kapsamlı olarak sözle ilişkilerini âvâreleştirip, sözle insan arasındaki ara yüzeyde durmayı seçtikleri için vakarlarını kaybettiler.
Bütününden koparılmış ve anlamı yerinden uğratılmış söz, artık söz değildir. Müslümanlar sadece kitapla değil, aslında "anlam"la ilişkilerini askıya aldılar; İslâm dünyasının düşkün, mağdur ve edilgen hali, anlamdan kopuşun ecridir.