İslam aleminin en büyük düşmanı
"Dinde reform" veya "İslâm modernleşmesi" diye telaffuz edilen kavramlar, niyetleri bazen salih olsa bile ancak aklı karışıklara mahsus bir saçmalama biçimidir. İslâm, üzerinde reform yapılacak veya modernleştirme programları uygulanabilecek bir insan tasarımı değildir.
İnananlar, onun vahiy eseri olduğunu ve Hak"tan geldiğini kabul ederler.
Bu kabil lâfları zaman zaman tekrar edenler, kavramı yanlış kullanmanın dışında hakiki bir ihtiyacı seslendiriyorlar; söz konusu olan Müslümanların davranışlarını reformize etmek, onların toplumsallaşma tarzında çağa uygun düzenlemeler yapmak gerekliliğidir. İslâm"dan değil, yaşayan Müslümanların dini algılama biçiminden bahsediyoruz ve bu iki kavram, bilmeyenler tarafından aynı kabul edilse bile aralarında çok büyük farklar taşırlar.
Müslümanlık, her şeyden evvel bu sıfatı taşıyan kişinin temsil etmesi gereken özellikler gerektiriyor ve bu nitelikler "İslâmî" olduğu kadar insânî, hatta beledî, kanunî, ahlakî ve sosyal ödevlerdir. Dinde reform kelimesini telaffuz edenler eğer Müslümanlara ahlâk kurallarını, nezaketi, temizliği yeniden öğretmeyi düşünüyorlarsa desteklenmeleri gerekir. Adı reform veya başka bir şey olsun, İslâm dünyasının böyle bir silkinme hamlesine ihtiyacı var.
Reform deyince bugüne kadar reformcuların aklına, namaz vakitlerini ve rekâtlarını azaltmak; dinin bedeni ödevlerinin çoğunu ihmâl edip "sen benim kalbime bak" dindarlığı inşâ etmek, camilere kilise görüntüsü vererek içeri pabuçla girip tahta sıralar koymak, ezanı Türkçe okutmak, İslâm ahlâkını ise Batılı muaşeret kurallarına kadar indirgemek cinsinden şeyler geldi. Bu gayretler başarısız olmaya mahkûmdu çünkü samimi değildi, teklifler "içeriden" gelmiyordu ve toplum mühendisliği heveslerinin bir avadanlığı durumunda idi.
Reformdan murad olunan: Maksud
bir ama rivayeyet muhtelif
"Müslümanlar "Hak din"e mensup oldukları halde "dini çürük" Batı medeniyeti karşısında niçin tesadüfle izahı imkânsız sistematik mağlubiyetlere uğradılar?" sorusuna cevap bulmak zorunda kalan İslâm ulemâsı, haklı olarak dinin doğru algılanmadığını ve buna cehaletin sebep olduğunu ileri sürdü; dinin kendisinde bir problem yoktu, problem bizdeydi çünkü dini yanlış biliyor ve yanlış uyguluyorduk. Buna mukabil reform taraftarlarının en güçlü delili Hıristiyan Kilisesi"nde olup bitenlerdi; onlar vaktiyle kendi dinlerinde usturuplu reformlar yaptıkları için dünyevileşebilmişler ve neticede güçlenmişlerdi.
Bu tartışmaları hatırlamak bile insana sıkıntı veriyor ve ne kadar derinliğine inilse de sonuç çıkmayacak gibi bir intiba hâsıl oluyor. Halbuki meseleye bir de sosyoloji ve iktisat penceresinden bakmak, umulmadık açılımlar ve daha sağlıklı gözlem noktaları sağlayabilir.
Kabaca şu hükümleri vermek mümkün:
1- Müslümanların en yaygın ve ortak zaafı, yoksulluk, üretim düşüklüğü, bölüşümde adaletsizlik gibi iktisadi ve sosyolojik karakterli hususlardır. Bu eksikliklerin doğrudan İslâmla izahı yanlış, eksik ve anlamsızdır; zira Müslümanlar aynı dertten mustarip Müslüman olmayan toplumlarla aynı coğrafyalarda komşu olarak yaşıyorlar.
2- Hıristiyan Kilisesi"nde vaktiyle gerçekleşen Reformasyon hareketinin Batı dünyasında bir silkinme vücuda getirdiği tezi çok abartılıdır. Diğer taraftan Protestanlık ruhu ile bir kalkınma ideolojisi olarak kapitalizm arasındaki ilişkiyi inceleyen tezler gereğinden fazla önemsenmiştir. Reformasyon çağında en çok hücuma uğrayan Katolik kilisesi bile şüphesiz dönüşüme uğradı, eskisi gibi kalmadı ama kalkınmayı reformasyona bağlamak son derece yetersiz bir tezdir zira Hıristiyan dünyası içindeki sosyo-ekonomik uçurumlar, İslâm dünyası ile kıyaslanabilir hacimler gösterir.
3- Batı Avrupa"nın kuzeybatısında 18 ilâ 20. yüzyıllar arasında kaydedilen ve kısaca Batıyı Batı yapan hadiseler, zannedilenin aksine evrensel değil, lokal ve ancak kendi şartlarıyla izah edilebilir cinsten arızî gelişmelerdi. Ancak evrenselmiş gibi takdim edildi öyle algılandı ve böylece bütün toplumlar için örnek kalkınma modeli olarak kabul edildi. Batı değerlerinin evrensel değerlermiş gibi genel geçerlik ve itibar kazanmasının kısa hikâyesi budur.
Kelin ilacı olsaydı...
Batı Avrupa"nın kuzeybatı mıntıkasında neler olup bitti sorusuna tek kelimelik bir cevap verilebilir: Sanayileşme. Sanayileşme denilen şey bilgi birikimi, üretimde makina gücü, kesintisiz, seri ve standart üretimden ibaret bir süreç değildir; yani, yaygın kanaat olarak insanların zihnini kaplayan sanayileşmeyi fabrika ile özdeşleştirmek fikri son derece eksiktir. Batılılar sanayileştikleri için değil, sanayileşmeyi "ilk defa" uygulayabildikleri için diğer toplumlara iktisadî ve askerî planda üstünlük sağladılar. Nitekim bugünün dünyasında sanayileşmek sıradanlaştı ve kimseye üstünlük kazandırmıyor.
Sanayileşme şehirli, şehre mahsus bir eylemdir ve ancak şehirlerde bir araya getirilen ve istiflenen bilgi birikiminin kullanılmasıyla tasarlanabilen karmaşık bir süreçtir. Sanayileşme, tarımdan daha çok gelir ve üretim vadeden yapısı ile dünya üzerinde ilk defa Batı Avrupa"da köylü-şehirli nüfus dengesini altüst ederek şehirli sayısını artırdı ve şehirlerde oluşan bilgi birikiminin niteliğini değiştirdi.
Sadece İslâm ülkeleri değil, pek çok Avrupa ülkesi de bu arızî ve istisnaî sürecin dışında kaldı; Batı Avrupa ülkelerinin sanayileşmesi ve şehirli nüfusun köylü nüfusa galebesi farklı süreçler gösterir ve şu anda Avrupa"nın bu bakımdan en geri bölgesi Balkanlar ve Doğu Avrupa"dır; bölgenin Hıristiyan karakteri bile Kuzeybatı Avrupa"ya nazaran farklılığını izaha yetmiyor. Doğu Avrupalılar, iktisadi ve sosyal tablolarda alt sıralarda yer almalarını bir din meselesi, bir medeniyet krizi olarak algılamıyorlar; onlara göre Doğu Avrupa"nın nisbi geri kalmışlığı, sadece sermaye yetersizliği ile izah edilebilir. Öyleyse problem evrensel olmadığı gibi, çözümü de evrensel karakter taşımaz. Biz Müslümanlar iki asır boyunca kalkınma meselesini, inançla, hukukla, siyaset etme biçimiyle karıştırarak zihnimizi meflûç hale getirdik. Dünün "dinde reform" meselesi, içimizdeki reformcular için bir ortaçağ simyagerinin toprağı altın haline getirmek yolundaki tutkusuyla benzerlik gösterir; işin içinde utanç da vardır, kendinden, mukaddeslerinden, inançlarından ve kendisini farklı kılan bütün unsurlardan iğrenir, değersiz bulur. Değersiz ve utanç verici aidiyetlerinin başında İslam gelir. Bazıları İslâm"ı kökten reddedecek cesaret ve dürüstlüğü sergilemekten çekinmez ama daha az cesaretlileri reformda karar kılarlar; özlenen reform, İslâm'ı protestan bir öze dönüşünceye kadar zorlamak ve tanınmaz hale getirmekten ibarettir.
Köylülük geriliktir; evvela bunu kabul edelim
Bizim inancımızla sıkıntımız yok; daha doğrusu dünya üzerinde kalkınmayı inançla test ederek, inancını feda ettiği takdirde kalkınabileceğini zanneden bir başka batınî mezhep kalmadı. Ne var ki işin bu vechesi bizi atâlete sevk etmemeli. İslâm dünyasında kalkınma fikriyle doğrudan ilgili olmasa bile dinin doğru algılanması meselesini yakından ilgilendiren mühim bir yaygın dert var; bu dert köylülüktür ve köylülük inanç da dahil, iktisadi, sosyal ve kültürel boyutları ile doğru teşhis edilmesi gereken bir problemdir.
"İslâm dünyasının en büyük düşmanı köylülüktür; görüldüğü yerde ezilmeli" sözüne hak verdirecek derecede önemli bir "gerilik" kategorisidir köylülük. Gerekçelerini nasipse gelecek hafta tartışmaya çalışacağım.