İran-Türkiye işbirliği: Neler olmazdı ki!
Türkiye’nin bölgedeki İslâm ülkeleriyle birlikte ortak dış politika geliştirmesi, bu ülkelerin baş başa vererek problemlerini çözmeleri, bölgeye yabancı güç sokulmaması hâlisâne, çok güzel temennîler; kezâ bu lige Türk dünyasından devletlerin de iştirakiyle büyük bir siyasî ve kültürel câzibe merkezi teşkiline hangi iman ve insaf sahibi karşı çıkabilir?
Pratiğe bakalım; bu devletlerin unu, yağı, şekeri, kaşığı hattâ tavası bile var fakat helva yok ve sebepleri mâlum. Ali Bulaç’ın tâbiriyle bölge ülkeleriyle beraber müşterek bir kuvve teşkil etmek, en azından dünyanın her yerindeki Müslümanların daha az eziyet çekmeleri anlamına gelmesi bakımından fevkalâde önemli. Esasen bu rüyayı tahakkuk ettirmek için bazı beyn’el-İslâm kuruluşlar da vücud buldu ancak, tıpkı Birleşmiş Milletler gibi fiilen tabelâ teşkilatı olmaktan öteye gidemiyor.
Bu noktada birtakım laikçi, ulusalcılar gibi İslâmî uhuvvete her mânâda karşı değilim elbette; esasen İslâm ülkelerinin ahalisi arasında -çok şükür- derin ayrılıklar yoktur. Her yıl Hac mevsiminde dünyanın dört bir ucundan koşup gelen mü’minler, İslâmî muavenet ve kardeşliğin -yeterli olmasa da- pratiğini yaşıyor ve görüyorlar. Bu hususta samimi mü’minlerin yüreklerinde ortaklaşa bir hasret yeşerttiklerini biliyorum. Problem, hükümetler arasındaki ilişkilerden kaynaklanıyor.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İslâm coğrafyası Batılılar tarafından yeniden politik bir kadastroya tabi tutuldu ve realiteye aykırı garip sınırlar çizilerek İslâm devletleri ulus devlet ideolojisiyle biçimlendirildi. Bu çok parçalı görüntüyü müsbete çevirmek için lâfzî ve romantik temennîlerden ziyade tarihi tecrübeden süzülmüş reelpolitikten yararlanmak daha doğrudur. Türkiye, özellikle AK Parti hükümetleri döneminde, -ama kesinlikle “Ağabey” sıfatıyla değil- toparlayıcı ve birleştirici güçlü aktör sıfatıyla teorik açıdan doğru yaklaşımlar benimsedi. “Komşularla sıfır problem” siyaseti doğruydu, hâlâ doğrudur ve müsbet netice vermesi mukadderdi.
Mehmet Kamış’ın işaret ettiği nokta burası işte: Komşularıyla işbirliği içinde iyi ilişkiler geliştiren bir Türkiye, süper güçler bakımından ânında tehdid algılaması kapsamına giriveriyor. Civarındaki Müslüman devletlerle ortaklaşa iş yapabilecek duruma gelen bir Türkiye, en evvel bölgede kendisini pek yalnız hisseden İsrail ve onun ebedî tedârikçisi ABD’nin hoşnutsuzluğuna yol açacaktır. Öyle oluyor, nice zamandan beri ilk defa iç barışını tehdid eden unsurları sulh yoluyla etkisizleştirmeye çabalayan Türkiye ânında İran’ın hoşnutsuzluğu, Rusya’nın homurdanması, İsrail’in huzursuzlanması, ABD’nin mânidar vurdumduymazlığı ve Suriye’nin saldırganlaşması ile karşı karşı geliveriyor.
Türkiye açısından reelpolitik manzara budur ve fazlaca kibre kapılmadan ifade etmeliyiz ki Türkiye, bu bölgede tarih sicili sebebiyle Müslümanlara şevk ve heyecan kazandırabilecek tek devlettir; keşke bu misyonu üstlenebilecek bir başka devlet (meselâ İran) olabilseydi. Eğer bölge ülkelerinin işbirliği günün birinde tahakkuk edecekse -ki zannetmiyorum-, o helvada Türkiye’nin de payı olacaktır.
Suriye konusunda gösterdiğimiz aculluk ve hayalkırıklığı, bu kritik ama değerli sürecin muhtemel yol kazalarından biriydi; inşallah sonuncusu olur.
Sadede geliyorum: Türkiye ile İran’ın şu sıkıntılı süreçte tam bir işbirliği ve karşılıklı hüsniniyet içinde dayanışmasını ve bu beraberliğin politik sonuçlarını tahayyül edebilir misiniz? Türkiye ile İran’ı Suriye konusunda ayrı düşüren ihtilâf her ne ise, bölge ülkelerinin kendi yarasına bir türlü merhem olamamasının sebebi de odur işte.