İp attım ucu kaldı
Üç-dört sene önce, Bayram Bilge Tokel'le sohbet ediyorduk.
Bayram'la sohbet tamlamasının iki kaçınılmaz uzantısı olur bizde: Saz ve çay. Elbette müzik, elbette türküler. Eksik olmasın zaman zaman çalıp söylemekten yorulduğunda, “İki de siz çalın biz dinleyek” diye tevâzu göstermeyi ihmâl etmez. Niye itiraf etmeyecekmişim, birkaç kere bu alçakgönüllülüğü ciddiye alıp aşka gelerek birşeyler çalıp çığırdığımız da vâkidir.
Ee, vaktiyle biz de gençtik be yav!
Sohbet faslında çok dikkatimi çeken bir hâtırasını nakletmişti: Rahmetli Neşet Ertaş ile Bayram Bilge Tokel, hem iki bölümlük belgeselin çekimi, hem de aziz kardeşimin güzel elleriyle kaleme aldığı “Neşet Ertaş Kitabı” için hazırlık yaparken beraber hayli zaman geçirip sohbetler etmişler. O sohbetlerden birinde Neşet Ertaş, Bayram'dan bir türkü isteğinde bulunmuş, demiş ki,
Oğlan kolunu sallama
-Bayram kardaş bana, ‘Oğlan kolunu sallama' türküsünü çalıp söyler misin?
“Niye kendisi çalıp söylemiyor?” diye sormazsınız herhalde; en ünlü müzisyenler bile ara sıra başkalarından sevdikleri eserleri dinlemek isterler.
Bayram, yılların sanatkârı ama bir ustanın karşısında çalıp söylemek kolay mı; neyse başlamış türküye. “Bir ara farkettim ki...” diyor, “Neredeyse ağlayacak derecede efkârlanmıştı.”
“E Bayram” dedik, “Öyleyse bize de çal; bakalım büyük ustayı bu kadar dertlendiren türkü ne imiş, biz de dinleyek, anlayak!”
Çaldı, dinledik...
Sonra, “Haa” dedik, sonra başımızı tasdik mânâsında sallayıp “Eveet” dedik. Hakikaten dertli havaydı; sözleriyle değil sadece. Türkünün atıfta bulunduğu, imâ ettiği dramatik hadiseler müzikle karışınca bazen çökertici, göçürücü tesirler yapıyor. Her türküde değil, bazılarında. Oğlan kolunu sallama, böyle bir türkü işte. Ankara türküsü; kaynak kişi Necmettin Palacı, derleyen rahmetli Nidâ Tüfekçi.
Klasik bir “İstedim alamadım” hikâyesini anlatıyor türkü. Kızla erkek karşılıklı konuşuyorlar. Kız diyor ki, “Oğlan kolun sallama / Nafile boş yere yalvarma/ Beybabam beni sana virmeyor/ Nafile benim için ağlama”. Oğlan durumdan habersiz olmalı, “İsteyenin bir yüzü kara” yaklaşımıyla kıza tâlip oluyor: “Bahçelerde gök çınar / Boyu boyuma uyar/ İkimiz de bir boyda/ Ayırmaya kim kıyar” lâkin vaziyet bildiği gibi değil; kız, acı hakikati son dörtlükte şöyle âşikâr ediyor: “ İlimonum kalburda/ Bu gece de kal burda/ Bana dünür yollama / Benim göynüm nalburda”
Bu gibi hallerde ne yapılır; âşık oğlan susar ve bağrına taş basar; çünkü kız açık açık, “Bana dünür yollama” diyor, ısrar etmek delikanlılığa yakışmaz. Böyle içinden çıkılmaz bir durumda türkü yakmaktan başka çare kalmamış gibidir.
Kız türküleri-erkek türküleri
Kızla oğlanın karşılıklı türkü söylemesi deyince aklıma her geldiğinde beni hâlâ güldüren bir hadiseyi hatırladım. Bizim TRT'ciler eksik olmasın, bazen böyle ayrıntılara dikkat etmezlerdi. Bakarsınız pala bıyıklı, esmer bir babayiğit solist, gür sesiyle türkü okuyor:
“Ben varmam inekliye/ Yoğurdu sinekliye/ Allah nasip eylesin/ Omuzu tüfekliye!”
Veya hanım hanımcık, çıtı-pıtı bir sanatçı bir kadın sanatçı şöyle icra-yı sanat etmekte:
“Gülüm seni alır dağa kaçarım/ Yüce dağ başına çadır açarım/ Kahve bulamazsam kenger içerim/ Nasıl olsa gülüm beslerim seni”
Son zamanlarda pek olmuyor ama bir zamanlar türkünün mahrecine, edâsına, tavrına, tabiatına bakmadan okumaya kalkışıp komik hallere düşenler de olurdu.
Doğru türküyü dinlemek; türküyü doğru dinlemek
Şimdi bu durumda okuyucu olarak muhtemelen yapacağınız ilk şey, “Neymiş şu türkü, doğrusu pek merak ettim” diye internetin bir müzik sitesinden türküyü bulup dinlemek olabilir; eğer böyle bir niyetiniz varsa, türkünün muhtelif kayıtları arasında sadece Bayram Bilge Tokel'in seslendirdiğini dinlemenizi tavsiye ederim ama merakınıza yenilir, öteki kayıtlara kulak verirseniz tam olarak ne demek istediğimi anlayabileceksiniz. Şöyle oluyor: Türkünün müziği ve sözleri aynı kaldığı halde icrâ şekli, özellikle usûlü (yani ritmi) üzerinde değişiklik yapıldığında türkünün anlamı yerinden uğruyor, başka yerlere doğru kayıyor. Oğlan kolunu sallama türküsü, ihtivâ ettiği o yoğun hüzne rağmen küçük bir edâ ve ritim değişikliği ile bir anda şıkır şıkır bir oyun havası haline gelebiliyor.
Ritim ve edâ meselesi, halk musikimizin önemli ârızalarından biridir. Vaktiyle TRT'nin o meşhur “Yurttan Sesler Korosu”nun edâ tercihi ve icrâ şekli, müzikle uğraşanların, “Yörük” diye tabir ettiği hızlı ritim üzerine kuruluydu; bu yüzden çok iyi bildiğimi sandığım nice türküyü, sonraki yıllarda daha esaslı icrâlarını dinleyince tanıyamaz olmuş, “Yahu bu türkü bu kadar güzeldi de niçin farkedemedimdi?” diye hayretler içinde kalmıştım.
Ankara’nın bağları değil, “ip attım ucu kaldı”
Bu konuya dair bir misâl daha göstereceğim. Son zamanlarda düğünlerde, “Ankara'nın bağları” adıyla takdim edilen şıkır şıkır bir oyun havası seslendiriliyor. Türküyü biliyorum bilmesine, bana birşeyler hatırlatıyor ama doğrusu böyle pavyon edasına büründürülüp tanınmaz bir kılığa sokulduğunu nice sonra farkettim. Geçenlerde Bayram Bilge kardeşim, ustası rahmetli Neşet Ertaş'a yaptığı son televizyon programını yeniden yayınlayınca türkünün esas hâlini tanıyabildim. Türkü muhteşem, türkü olağanüstü lirik, dört başı ma'mur bir eser. İnternet sitelerinde “Ankara'nın bağları” diye soruşturunca, son zamanlarda Ankara tarzı diye ünlenen, o müstekrah pavyon müziği çerçevesinde düzenlenmiş varyantlarıyla karşılaşıyorsunuz ister istemez.
Eliniz ayağınız soğuyor, kaskatı kesiliyorsunuz.
Türkülere fena davrananlardan, kötüye kullananlardan, çirkin tarzda icrâ edenlerden hesap soracak bir merci yok; bu noktada teselli bulabileceğimiz yegâne husus, “İyi mal yerde kalmaz”, “Altın yere düşmekle sâkıt olmaz kadr ü kıymetten” denildiği üzere iyinin nihai tahlilde kötüye galebe edeceğidir. Kötünün sürümü hızlı, şöhreti âniden oluyor ama zamana dayanamıyor, epriyip gidiveriyor; neyse ki öyle oluyor.
Demek ki kaderi böyleymiş türkücağızın; asıl adı, “İp attım ucu kaldı”, Bartın'dan derlenmiş bir varyantı da var ama orta Anadolu havalisinde bilinen şeklinden epeyce farklı. Türkünün hasını bulup dostlarıyla bölüşmekten haz duyan bir başka türkü arkadaşım, yazar dostum Ömer Erdem de aynı kanaatte; türkü asıl kıvamını orta Anadolu bozkırında bulmuş. Türküyü aslına yakın hâliyle dinlemek isteyenler yine Bayram Bilge Tokel'i, Seyit Çevik'i, bir de Tufan Altaş'ı tercih etmek zorundalar.
İyi icrâ, doğru icrâ önemli. Halk musikimiz son 30-40 sene içinde büyük kalite kazandı, akademik himmet gördü; çok iyi saz sanatçıları, icrâcılar, müzikologlar yetişti ve yetişmekte; Darısı klasik musikimizin başına diyeceğim ama içim acıyor.
Belki günün birinde “TRT Nağme Radyosu” başlığı altında bu hicrânın tafsilatını da dillendiririz.