İnsanlar ve ağaçlar
Bu yazı, tabiatla insanların ortak hayatları hakkında, unutmaya başladığımız bazı ölçüleri hatırlatmak anafikrini savunuyor.
Aşağıda gördüğünüz iki fotoğrafın hiçbir fevkalade özelliği yok; hepimiz, yurdun dört yanında buna benzer manzaraları görüyor ve fark etmeden geçiyoruz. Fotoğrafların ilkinde kalabalık bir caddenin kenarında yükselen ulu çınar ağaçları görünüyor; öteki ise ilkinin çekildiği yerden onbeş metre kadar ileriden alındı. Açı değişince anlam da değişiveriyor.
Boyu 20 metreye uzanan çınarların ardındaki cami, Beşiktaş iskelesinde yüzyıllardan beri (1555 tarihinde ibadete açıldı) ayakta duran Sinan Paşa Camii’dir ve Mimar Sinan eseridir.
-E, ne var bunda; noolmuş, dediğinizi duyar gibiyim.
Fotoğrafta iki güzel şey var; ilki ağaç, ikincisi cami. Üstelik sıradan bir cami değil. Rahmetli Mimar Sinan’ın eser listesinde sanat kariyeri bakımından anlamlı bir basamağı teşkil eden Sinan Paşa Camii. Ağaçlar camiyi görünmez hale getiriyor. Mesele şu: Ağaç mı, cami mi? Daha doğrusu şüphesiz hayır ve güzellik maksadıyla cami avlularına ve civarlarına dikilen ağaçlar, eseri görünmez şekilde örter ve kökleri sebebiyle zarar vermeye başlarsa ne yapılmalı?
Tek örnekten bahsetmediğimi tahmin etmiş olmanız gerekir. Yüksek ağaçlar yüzünden lâyıkıyla görülemeyen, algılanamayan başka camilerimiz de var. Çözüm basit: Yüksek ağaçlar kesilecek, yerine bol yapraklı ama fazla yükselmeyen, gölgesini etrafa yayan ağaç cinslerinden dikilecek.
Tam bu esnada birilerinin telâşla yerinden doğrulup, “Nee, birileri ağaç kesmekten mi bahsediyor; kim o densiz?” diye yekindiğini tahmin edebiliyorum.
Şimdi böyle bir moda var. Evvela Gezi Parkı’nda başladı, ardından ODTÜ’ye yapılacak yol için (kesilen değil) yerinden uğratılan ağaçlarla devam etti. Ağaç kesmek en mel’un, en kabih, en alçakça cürümler listesinin başına konuldu; daha doğrusu ağaç bahane edilerek temelsiz bir çevrecilik heyecanı estiriliyor ve bu tabii tepkinin hemen ardına siyasi talepler sıralanıyor.
Dürüst olalım; riyâkârlığın lüzumu yok. Medeniyet namına yapılan her şey, tabiatın âhengini bozar ve şeklini değiştirir. Güzelleyip durduğumuz şehirler, tabiattan söke söke tahrib edilmiş arz parçalarıdır. Eskiler bu hususta bizden farklı düşünürlerdi: Evlerini düz ve sulak tarım arazilerine yapmak yerine daha yüksekte, etrafı görüp denetlemeye elverişli sırtlarda kurar, iyi rüzgar almasına dikkat ederlerdi. En basitinden birkaç örnek: Bugün hemen bütün şehirlerimiz çok verimli tarım alanları, bahçeler ve elbette ağaçlar mahvedilerek kazanılmış nevzuhur mahallelerden oluşuyor. İşte İzmir, işte Mersin, işte Bursa, Aydın, Alanya ve diğerleri...
Ağaçları zevkle, huşû ile seyrederim; onlara bakarken imanım artıyor, hayran oluyorum. Yaprak uçlarından köklerine, kabuğundan lif dokusuna kadar mübârek ve güzel bir varlık ağaç. Sadece ağaç değil, tabiatın her unsuru ve her noktası aynı mucizeden tabii sûretler gösteriyor. Ağaçlara bu güzellik içinde ayrı bir yer vermek lazım bence.
Ne var ki ihtiyaç hâsıl olunca ağaç da kesilir; zaten kesiliyor. Türkiye gibi ülkelerde, vaktiyle hadsiz ve hesapsız, adeta vahşiyâne bir cehalet veya zaruretle ağaç kesilen ülkelerde artık orman varlığı titizlikle korunuyor; kesimden önce kesilecek miktarı telafi edecek miktarda bölgeye fidan dikiliyor. Bu usulle Türkiye şu anda orman varlığını artıran ender ülkelerden birisi durumunda.
Bilinen ilk zamanlardan beri ağaç keserek medenîleşiyoruz; ağaç kesmek, yerinde olduğu zaman bir zaruret. Kesilen veya yeri değiştirilen her ağacı gövdesine sarılıp “ölürüm de kestirmem” diye fiyaka yapmak dürüstlük değil. Yerine göre kesilebilir (işte tarihî camileri görünmezleştiren yüksek ağaçlar), yerine göre yeri değiştirilir veya yerine göre düpedüz kesilip odun, kereste, kürdan veya pencere yapılır. Bu esnada gözetilmesi gereken şey, kesileni telafi etmektir.
Ağaç birazcık dikkat ve zaman sarfıyla kendini yenileyen bir varlık; ağaç sevgisi başka, ağaca tapınmak çok daha başka şeyler.
Göğe doğru kırk-elli, hatta yüz metre yükseltilip de balkon kenarlarına varil içinde yetiştirilmiş ağaç benzeri çalılıklar yerleştirmek şeklinde bir moda çıktı mimarlar arasında. Müşteri tavlamak için basit numaralar. İnsanlar yeşil dokuyu aramaya başladı fakat yüksek balkon veya teraslarda iki ay sonra kuruyan dekoratif şeyler yeşilin yerini tutmuyor. Yeşile saygı büyük parklarla, şehir civarındaki korularla, doğru tarzda ağaçlandırılmış bulvarlarla, enine yayılan doğru şehircilik ve yapılaşmayla olur.
Öyleyse bazı tesbitleri sıralamanın tam yeridir:
-Modern mahiyetteki çevrecilik heyecanı, kendi içindeki çelişkileri aşamadığı için inandırıcı olamıyor. Yeşile saygı sadece Gezi’de değil her yerde gösterilmeli. Bilelim ki yeşile “mutlak saygı”, günlük hayat tarzından feragat gerektirir. Ancak şehirleşmeye, betonlaşmaya, yoğun trafiğe, gitgide artan enerji tüketimine karşı radikal tavır gösterebilenlerin, şehir içinde bir yere yol açılırken ağaç kesimine karşı çıkma hakkı vardır.
-Meselâ HES tipi enerji santrallerine veya nükleer enerjiye muhalefetin tutarlı olabilmesi için, her protestocunun şahsi enerji tüketimini asgari seviyeye indirmesi ve günlük hayat faaliyetlerini en az enerji tüketimi gerektiren bir ölçüde tutması gerekir. “Hem herkes kadar enerji tüketebileyim, hatta enerji ucuzlaşıp bollaşsın ama kullandığım enerji temiz olmalı” demek tutarsızlıktır.
Temiz enerji diye bir şey yoktur. Tüketilen her birim enerji, tabiatın dengesine müdahaledir.
-Camilerin çevresi yeşillendirilirken aynı dengeye riayet edilmelidir. Yükselen yerine enine doğru yayılan ağaç türleri seçilmesi daha isabetli olur. Mimari ifade ile yeşil doku, tutarlı ve estetik bir ölçülendirmeyle uzlaştırılmalıdır.
-Aslolan insanla ve insan elinden çıkan şeylerle tabiatın dengede tutulmasıdır. Kaçınılmaz olarak tabiata müdahale ederiz ve bu müdahalenin makul, mümkünse asgari ölçülerde sınırlandırılması gerekir. Gerek bol keseden sarf edilen “medeniyet” edebiyatı, gerek modernlik güzellemeleri, insanların tabiata karşı “zafer kazanmak, galebe etmek” anafikrine yaslanıyor. Tabiata karşı zafer kazanılmaz; tabiat düşmanımız değildir ama izah etmeye çalıştığım gibi küçük romantik protestoları bir tarafa bırakırsak, konfor ve daha yüksek hayat standardı uğruna tabii verilere karşı düşmanca davrandığımız bir gerçektir ve bu davranış şeklimizi hiç sorgulamıyoruz bile.