İnsan Devletini Arıyor

Kendisinden çok şey öğrendiğim bir dostum yıllar önce, "Lügat varken tartışılmaz" demişti. Bu sözdeki isabeti yıllar sonra farkedebildim; biz yıllardan beri hep "lügat"i tartışıp durmaktaydık; lügati tartışma konusu haline getirdiğimiz noktadan sonra "tartışma" kavramına hayırhah veya entellektüel bir mana atfetmenin kıymeti yok; böyle bir hayrın hasıl olması için karşılığı üzerinde mutabık kalınmış kavramların aydınlattığı zeminde fikirlerin teati edilmesi gerekir. Türkiye lügatsız bir memleket haline geldi; kavramları lügate, yani müşterek mana ve anlayışa rapteden bağlar başıboş. Biraz aklıbaşında olanımız söze, "Ben bu kavramı şöyle anlıyorum" ikazıyla başlıyor. Bu vasatta tartışmak, sadece "entel hobi"yi tatmine yarayan bir "avare kasnak" hareketli-liğinden başka bir işe yaramıyor. Fikir üretemiyoruz çünkü kelimeler hakkında tartışmaktan henüz kurtulamadık. Kelimeleri, içini boşaltarak yanımızda gezdirmek hoşumuza gidiyor; onlara dilediğimiz farklı karşılığı izafe ederek her zemin ve zamanda daima haklı olduğumuz hissiyle avunabiliyoruz. Entellektüel endişe bugün hakkı aramak ve onu kabullenmek yerine, daima haklı çıkmak gibi iptidai bir refleksin zebunudur.

Vuzûha ihtiyacımız var, ama içinde boğulduğumuz fikrî hercümerc vuzuhu katlediyor. Fikrî debelenişimiz, hariçten hareketlilik gibi görünse de, açığa çıkardığı yüksek hararetten başka bir hayrı görünmüyor. Kavramları her sabah yeniden tarif ihtiyacına mahkum oluşumuz, "esas"a nüfuz edebilme şansımızı körletiyor. Lügat uğradığı ihaneti affetmiyor; bu tam bir Sysphos işkencesi. Biz, bir Molla Kasım fütursuzluğu ile vaktiyle sahip olduğumuz lügatin sayfalarını yırtarak suya fırlatan bir topluluğuz; zihnimizdeki kavramlar dünyasında taşlar bir kere yerinden oynadı. Lügatimiz, her birimizin her sabah yeniden tanzim etmek zorunda kaldığı bir yap-bozdan ibaret. Lügatsizlik kaostur; bu kaos içinde mana ve mazmununa herkesin itaat edebileceği bir söz tertib etmek, ancak hüsnütesadüfe muhtaç.

Lügatini bir kere sele vermiş bir topluluk için yeniden sahih zeminlere istinad ederek lügati yeniden inşa etmek mümkün olabilir. Bizim lügatimizin dağılan sayfalarını (kavramlarını) bir araya getirip, onu varlığı anlama ve yorumlama aracı olarak manidar bir bütün haline getirecek kaynak Kur'ân-ı Kerîm'dir. Bu teklifte bulunurken dinî bir gayret ve endişeden ziyade, şirazesi dağılmış bir lügati, ipi kopmuş bir tesbihi yeniden bir araya getirmek için sahih bir zemin arayan biri sıfatıyla konuştuğum bilinmelidir. Kur'ân'ı sahih bir zemin olarak teklif ederken, yeni bir şeyden söz etmiyorum. Bizden evvelkiler, varoluş meselesini anlama ve yorumlama aracı olarak lügat inşa ederken aynı yola başvurmuşlardı.

Kur'ân, bilinen vasıf ve sıfatlarıyla birlikte varoluş bilmecesini çözmek, anlamak ve yorumlamak için kavram getiren ve bu kavramları bizatihi tarif ederek berkiten bir kitaptır. Ondaki kavramlar Kur'ânî bütünlük içinde insanın algılayabileceği sarahatte tesbit ve tarif olunmuştur. Ecdadımızın bu kitapta yazılanları ne derece anlamış ve onunla ne kadar amel etmiş oldukları tartışma götürür bir meseledir; lakin ecdad, lisanının belkemiğini Kur'ânî kavram ve kelimelerle inşa etmek suretiyle çok kullanışlı, zengin ve varoluş bilmecesini çözebilecek kudrette bir araç geliştirmeyi başarmıştı. Eski Türkçe'yi tarif edenler, "Arapça, Farsça ve Türkçe karışımı sun'î bir dil" derken haksızlık ediyorlar; doğrusu Eski Türkçe, mana omurgasını Arapça'ya değil, Kur'ân'a istinad ettirmişti; Kur'ân'ın teklif ve tarif ettiği kavramlar üzerine bir lisan inşa etmek, onları, bizim içinde debelendiğimiz abese hiç düşürmedi. Türkçe'de mevcut Kur'ânî vokabüleri "Arapçadır" endişesiyle yok saymak, bize muhteşem bir lügate ve bir kaosa mal oldu. Bu vokabülerin eski Türkçe'ye ne derece "beynelislam" ve "beynelmilel" bir iletişim derinliği kazandırdığını bir tarafa bırakınız; yüzyıllar boyunca bütün nesillerin aynı kelimelere aynı karşılıkları verebilmesindeki kazanç bile, bugün gözümüzü kamaştıran bir sıhhat unsuru olarak parıldıyor. Kaldı ki, gündelik hayatta Kur'ânî kavramları tasarruf ederek geliştirmek, bizzat Kur'ân'a nüfuz etmeyi de büyük ölçüde kolaylaştırmaktaydı.

Devlet kavramı üzerinde düşünürken kaçınılmaz bir şekilde kavramın Batı dillerinde ve Batılı siyasî hayat içinde kıvamlanan karşılıklarından hareket etmek zorunda kalıyoruz. Bunu bir noktada tabii karşılamak lazımdır, zira halen içinde yaşadığımız devlet pratiği Batı menşeli bir karakter arzediyor ve biz Batı paradigmasının içinde bulunmaktan doğan problemlerimize, yine aynı çerçeve içinde çare aramak nokta-i nazarında mazur görülmeliyiz. Ne var ki lügatsizlikle malul bulunmaklığımız, sadece bize dair değil, Batı menşeli kavramlarda bile kesif bir teşevvüşe, kaotik bir muğlaklığa düşmemizle sonuçlanıyor. Batılılaşma tarihimizin ilk zamanlarından beri siyasî hayatın temel aktör ve elemanlarının birbiriyle münasebetini tesis etmekte gösterdiğimiz başarısızlık, ancak lügatsizlikle izah edilebilir bir keyfiyettir. Kısacası, kendine dair bir lügati olmayan toplumun, bir başka lügati tercümeye yeltenmesi de çözümsüzlük doğuruyor.

Kur'ân, "devlet" konusunda vazıh, yani modern anayasalarda okumaya alıştığımız tarzda ayrıntılı bir tarif vermiyor. Kur'ân'ın, meselâ talâk konusunda getirdiği ayrıntıya nisbetle çok daha önemli ve hayatî görünen devlet kurumu ve onun esasları hakkında daha az ayrıntı zikretmesi tenakuz sayılamaz. Kur'ân'ın bu konuda beşerî düzenle-meye terkettiği geniş alan insana bahşettiği hürriyetle yakından ilgilidir. Bu konuda Kur'ân insana bahşettiği hürriyetin sınırlarını şöyle çiziyor:

1- Hükümranlık ve mülk sadece Allah'a aittir (3:189, 23:84; 31:26; 45:37, 57:10). Bu âyetler insanlar arasında birilerinin yönetici sıfatıyla hükmetmeye hakkı bulunmadığını değil, yönetenlerin hükümranlıkta kendilerini Allah'a denk saymamasını ve asıl hüküm ve kudret sahibi olan mercii asla unutmamasını gösterir. Yönetici gizli veya açık biçimde şirk'e taraftar değil, "ehl-i tevhid" olmalıdır.

2- Devlet bir müessese olarak değil, fitnenin yaygınlaşmasını engellemek zaruretiyle zımnen işaret edilmiş bir kavramdır. (29:36, 2:217, 8:37, 26:151)

3- Yönetici "hak ve adalet" ile hareket ve hükmetmeye mecburdur. (33:26, 42:15, 4:58; 5:8)

4-Yönetici, "işler", yani yönetim faaliyeti hususunda müşavere ile emrolunmuştur. (3:159)

5- Yöneticilerin yönetenler nezdindeki meşruiyeti ancak "biat" ile mümkündür. (60;12)

6- Yönetilenler "güdülecek" değil, "gözetilecek" bir topluluktur. (2:104)

Bu hükümlere kayıtsız şartsız itaat etmek kaydıyla birden fazla siyasi model veya devlet rejimi kurmak mümkündür, çünkü Kur'ân siyasi sürecin iki temel aktörü olan yöneten ve yönetilen arasındaki temel münasebete ölçü (had) getirmiş ve onların Allah indindeki yerlerini tahkim etmiştir. Şüphesiz ki bu esaslar, siyasi ha-yatın amentüsü olarak beşerî düzenlemenin zenginliğine imkân ve fırsat tanımaktadır.

Bu noktadan hareketle İslam'ın devlet teorisini el'an cari olan veya tarihte emsali görülmüş siyasi modellerden birine veya birkaçına teşbih etmek mümkündür; böyle bir teşbih mümkün olduğu ölçüde gereksizdir. Mümkündür, çünkü müslümanlar tarih boyunca farklı devlet modelleri denemişlerdir; gereksizdir, çünkü Kur'ân isim koymak suretiyle bir devlet modeli vaz'etmemiştir. İslam, Kur'ân'da belirtilen esaslar çerçevesinde insana siyasî model kurmak ve işletmek hususunda serbesti tanımıştır. O halde rahatlıkla ifade edilmelidir ki, Kur'ân'ın koyduğu esaslara itaat eden her siyasi model, gaye itibariyle İslamî bir muhteva taşır ve bu yönetimin has isminin "ne idüğü" mühim değildir. Müslümanlar Kur'ân prensiplerine itaat eden her siyasi kavram ve müesseseyi —ilk defa müslümanlar tarafından ortaya konulmuş olsun veya olmasın— "yitik mal" olarak görmekte haklıdır. Bu manada Kur'ân, has ismiyle bir "İslam devleti" tarif etmek yerine, "İslamî devlet"in temel esaslarını va'zetmekle yetinmiş ve konulan prensip-lerden inhiraf etmemek kaydıyla sair kurumların düzenlenmesini "halife" olarak onurlandırdığı insana terketmiştir (2:30,38:26 ). Artık insan, kendisine bahşedilen bu geniş tasarruf sahasında Allah'ın muradına uygun bir devlet düzeni kurup işletmek imtihanı ile başbaşadır.

"İslamî esaslara" itaat eden devlette yöneticiler, ayrıca vekil sıfatıyla taşıdıkları yetkileri nasıl tasarruf edecekleri problemiyle karşılaşırlar. Yönetici, yani "iktidar"ı ve kamu gücünü kullanacak kişi, evvela kendisine toplum tarafından sunulan biatın, her hâlükârda itaat manasına gelmediğini bilir. Biat, yönetime katılma ve yöneticileri meşru kılma iradesidir. Biat'ın bu tarzda anlaşılması, "eşitler arasında bi-rinci" (primus inter pares) mevkiindeki yöneticiyi işin daha başında fevkalâde tahdid eden bir durumdur. Yönetici bu haliyle hükümran değil, muvazzaftır; üzerindeki yük ve sorumluluk yönettiği toplumun her bir ferdinden daha ağırdır.

Vazifesi nitelik itibariyle ilahî bir kaynağa atıfta bulunulmak suretiyle mukaddesleştirilmemiştir. Teşrii, yani yasama yetkisi yoktur; iktidarı hukukî düzlem ve biatle sınırlıdır. Bu devletin "ümera"sı ta-rihte misli bıkkınlık verecek kadar tekrarlanmış tahakküm erbabından ziyade, —teşbih caizse— kat mülkiyeti kanununa göre seçilmesi mecburî olan apartman yöneticisinin durumuna benzer, onun hükümranlık haklarından ziyade, görevlerinden ve sorumluluklarından bahsedile- bilir, mevkiinden ayrılması kat maliklerinin iradesine bağlıdır. Bu haliyle "emaret," vebali çok ve nimeti kıt haliyle hiç de özenilecek bir mevkiye benzemez.

İslam, devletin şeklî kurumlarından ziyade insanın hür iradesi ve aklı ile nasıl adil ve zulme karşı direnen bir düzen kurabileceği problemi ile ilgilidir. Muvahhid ve düşünen topluluklara tahmil olunan bu vazi- fenin nasıl kavrandığı ve ne ölçüde tatbik edilebildiği yolunda, insanlık tarihine, özellikle İslâm tarihine dikkatle eğilmek gerekir. Peşinen belirtmek gerekir ki, İslâm tarihi sunduğu tarihî misaller itibariyle Kur'ân'da temel esasları va'zedilen yönetim pratiğinden pek az eser göstermektedir. Yorumcular Hz. Peygamber'in vahye muhatap kişi olarak toplumuna önderlik etmesini, bir daha asla tekrarı mümkün olmayan özel bir tarih kesiti teşkil etmesi hasebiyle paranteze aldıktan sonra, ilk iki halife zamanını, bu ideale en çok yaklaşan yönetim tarzı olarak tesbit ediyorlar. Hazreti Osman ve Hazreti Ali'nin hilafet devri, iç karışıklık ve İslâm toplumunun birbirine kılıç çekmesi gibi zaaflar yüzünden ideal düzen fikrinden uzak mütalaa ediliyorsa da, özellikle Ehl-i Sünnetin egemen olduğu zihnî coğrafyada ilk dört halife zamanını "Raşid Halifeler Devri"olarak bu tasnife dahil etmek yaygın bir tercihtir. Hazreti Ali ile giriştiği mücadeleyi siyasi bir zaferle neticelendiren Muaviye'nin hilafetiyle birlikte İslam tarihinde "mülk ve saltanat" ağırlıklı iktidar modelinin bıkkınlık verecek derecede tekrar edilmiş olması çok dikkate değer bir husustur. Muaviye'den sonraki dönem içinde tarihçi-ler, en ziyade Ömer İbn Abdülaziz'in hilafet zamanını, Raşid Halifeler Devrini hatırlatan bir devr-i adalet olarak niteliyorlar.

Gayeci bir yorum açısından İslâm tarihi, müslümanların Kur'ân'da va'zedilen örnek toplum düzenini kuvveden fiile geçirmekte (nadir istisnalar dışında) başarısız olduğunu gösteriyor. İslâm tarihinde en sık tekrarlanan devlet modeli, biat'ın mecburî bir klişe haline getirildiği ve devlet başkanlığının hanedan üyeleri arasında devredildiği saltanat idaresi olmuştur. Bu modelin İslâm idealleriyle örtüşmediği açıktır. Bu tabloya bakarak söyleyebiliriz ki, müslümanlar, Kur'ân'ın çizdiği çerçe-veye itaat kaydıyla beşerî düzenlemeye terkedilen alanları, yine Kur'ân'ın va'zettiği manayı kuvveden fiile geçirecek bir tarzda düzenlemekte başarılı olamamışlardır.

Bu başarısızlık, özlenen devlet ve iktidar modelinin bir daha asla tahakkuk etmeyeceği biçiminde değil, bu vazifenin henüz ifa edilemediği manasında yorumlanmalıdır. Bu yorum tarzı, düşünen toplulukları, Kur'ân sanki henüz nazil olmuş gibi orada va'zedilen ideal hayata ulaşmak için teşvik edeceği için müsbet karşılanmalıdır. Kur'ân'ın ahkâmı hiç şüphesiz, belirli bir zaman ve mekânda yaşayan özel bir topluluğu değil, bütün zamanları, coğrafyayı ve hatta "âlemleri" kucaklayan bütün "nâs"ı kaplamaktadır. Bizden evvelkilerin layık-ı vechile ikmal edemediği bir vazifeyi bizim neslimizin ikmal edeceğini tasavvur etmek bile heyecan ve enerji doğuran bir şuur seviyesidir ki, "rıza-yı Bari"yi anlamaya, yorumlamaya ve hayata geçirmeye duyduğumuz iştiyakı diri tutar.

Dünya tarihi, neticede Allah'ın (c.) "ha-life" sıfatıyla tesmiye ettiği insanı zedeleyen, inciten, baskı altında tutan, sömüren ve varlığını hiçe sayan nice kötü misale şahid olmuştur. Cenab-ı Hak, kullarının yeryüzünde tevhid prensibine itaatkâr, fitneden uzak ve adaleti hakim kılan bir nizam içinde yaşamaları için gerekli çerçeveyi çizmiş ve bizi bu manada da ciddi bir imtihana muhatap kılmıştır. Bu amaca vasıl olmak için önümüzde nihayetsiz miktarda beşerî düzenleme ihtimali mevcut bulunuyor. Bu noktada beşeriyetin geçirdiği tecrübeyi de nazar-ı dikkate alarak onda "Rıza"ya muhalefet etmeyen unsurlardan dahi istifade etmemiz mümkündür. Beşerî tecrübemiz, çoğunluk itibariyle devlet denilen mekanizmanın, ne kadar halis niyetlerle inşa edilirse edilsin, kısa zamanda bir tegallüb vasıtası haline geldiğini ikaz ediyor. Üstelik bu tegallüb vasıtalarının zamanla bir kutsama işleminden geçirilerek, meşruiyeti kendinden menkul kılınması, bu sahada fikir yürütmeye çalışanları zihnen tahdit eden çok dikkate değer bir dünyevî değer halini almıştır. Müslüman toplulukların dahi, tarihte devlet niyetine bu kabil cebir mekanizmaları inşa etmesi dikkatten kaçırılmamalıdır. Bugün insanlık, gerçek hüküm yetkisinin sadece Allah'a ait olduğunu idrak etmiş, kelimenin tam manasıyla adil, "Bir kavmin efendisi ona hizmet edendir" kavlinin manasını müdrik ve idareci sıfatıyla aldığı sorumluluğun ağırlığı ile daima rikkat halinde bulunan bir idarenin hasreti içindedir. Bir bakıma neye muhtaç olduğumuzu biliyor, ama onu pratikte ifade edemiyoruz. Bu noktadaki aczimiz insanın ezelî zaaflarını aşmaktaki dirayetsizliğimizin eseridir. Problem, bütün şartlar müsait ve hazır olduğunda neyi, nasıl çözeceğimiz konusundaki fikirsizliğimizden ibarettir.

Beşerî tecrübemiz bugüne kadar Allah'ın insana bahşettiği hürriyet ve güveni beşerî düzlemde tahakkuk ettiren kamil bir tatbikata sahne olamadı. Kamu adına düzen kurmak için birtakım mües-seseler teşkil ederken insana güvensizlik duymaktan ve otoriteyi temsil eden devlete ceberrutluk kazandırmaktan kurtulamadık. Bu sadece bizim ve bizden evvelki nesillerin değil, insan soyunun başarısızlığı veya zaafıdır; insanın yeryüzündeki en büyük dramı, fıtratında taşıdığı çelişkileri dengelemekte gösterdiği insicamsızlıktır.

Biz müslümanlar, İslâm'ı İslâm dışında mevcut olduğunu farzettiğimiz diğer dinlere alternatif olarak kavrarken, belki de nezaketten doğan bir algılama hatasına düşüyo- ruz. Kur'ân sadece müslümanları değil, bütün şümulüyle "insan"ı muhatap kabul ediyor; Kur'ân'da öngörülen meseleler sadece müslümanların değil, bütün insanların ortak meselesi. İslâm, müslümanlara mahsus bir fikir kulübü değil. İnsanlığın tamamı Kur'ân'ı "Allah kelamı" olarak kabul etmiyorsa, bu İslam'ın değil, İslam'ın mesajını reddedenlerin meselesidir, ama İslam yine de onları muhatap kabul eder. Herkesin pekâlâ bilmesi gereken bu hikmeti, pek çoğumuzun yeniden keşfetmeye ihtiyacı var; İslam-merkezli düşünürken artık insan-merkezli düşünmekte olduğumuzu farketmeliyiz Bunun tersi de variddir: İnsanlık meseleleri ile hemhal olmak "İslâmî" bir faaliyettir ve son tahlilde Allah'ın rızasına itaat eden her başarıyı İslâm adına kucaklamakta tedirginlik göstermemek gerekir. Tarih yekun ve kalite itibariyle müslüman olmayan toplulukların, "bize" nisbetle el'an daha başarılı yönetim örneklerine imza attığını gösteriyor. Bundan böyle dikkatimizi insanlık tarihinde istisnai dönemler dışında yaygın bir uygulamaya konu teşkil etmeyen ve insana Yaratanın bahşettiği hakları temin eden yeni bir düzen arayışına çevirmeliyiz. Bu insanlığın Yaratanına karşı en büyük ve en onurlu vazifesidir.


Kaynak (Arşiv)