İnşa ve moloz
Her yanımız bir şantiye manzarası gösteriyor; şehirlerimiz, komşuluk ilişkileri, şehir mimarisi, altyapısı ve bir arada yaşama edebi noktasında bir inşaat yeridir.
Hacı Bayram Veli'nin o meşhur "Nâgehan bir şara vardım / Ol şarı yapılır gördüm / Ben dahi bile yapıldım / Taş ü toprak âresinde" mısralarında tasvir ettiği manzara da tarihî bir "inşâ"ya işaret eder. Bu ameliyede sadece şehirlerimiz değil, insanımız da inşâ halinde. Bazı zaman yeni toplumsallaşıyormuş gibi garip görüntülere bürünen insan sûretleri de bu inşâ sürecinin ürünü. Her inşa bir modele, evvelce tasavvur edilmiş bir plana yaslanır. Bizim üzerinde ittifak ettiğimiz müşterek bir inşâ tasavvurumuz yok. Mesela şehirlerimizi yeniden biçimlendirirken örnek ittihaz edebileceğimiz bir model fikre sahip değiliz. Kıra döke, her yeniyi had safhaya kadar varan sarsak ve kötü uygulamalarla bizzat tecrübe ederek yürüyor, geleneğe en çok ihtiyaç hissettiğimiz zamanlarda vaktiyle onu çok incitmiş ve ihmal etmiş olmaklığın cezasını çekiyoruz.
Bir kamu düzeni kurmak ve onu toplumun hizmetine sunmak noktasında da aynı sarsıntı içindeyiz. Yeni devletimiz seksen yaşına geliyor; ama tek tek veya bütün halinde neresine dokunsak elimizde kalıyor. Onaltı Türk devletinden mülhem, "biz Türkler devlet kurmakta fıtraten kabiliyetliyiz" övünmesinin kofluğu artık âşikârdır. Günümüzde pek çok başarılı şirketin ardında, bizim kamu yönetimi mantığımızla kıyas bile edilmeyecek derecede etraflı, iyi öngörülmüş ve hesaplanmış, insan unsurunu asla ihmal etmeyen ve nihai planda rasyonel bir düşünce birikimi barınıyor. Evet, devletler şirketlere benzemezler; fakat nihai gaye itibariyle insana veya insan topluluklarına hizmet noktasında kesiştikleri bir yer vardır. Şirketler, malî planda tutarlı ve kârlı olmak, yüksek verimlilikle çalışmak, müşteri kitlesi ile iyi iletişim kurmak, kaliteyi sürekli kılmak ve diğer rakipleriyle rekabet etmek gibi hususlarda minyatür bir devleti andırırlar ve kabul etmek zorundayız ki cirosu ve müşteri kitlesi itibariyle ikiyüz küsur devletin çoğundan daha güçlü ve etkili uluslararası şirketlerin sayısı giderek artıyor.
Eğer Türkiye'yi devâsâ bir şirket olarak tahayyül ederek analize tabi tutarsak gerçekten iler-tutar yanını bulmakta zorlanırız: Bu şirket hiç de akli yönetilmemektedir ve yönetim kurulu, "ticari itibarları" yerlerde sürünen kişilerden müteşekkildir. Şirket içinde adaletsizlik, hırsızlık, soygunculuk emsali şeyler kurumlaşmış, normallik meziyet haline gelmiştir. Şirketin milyonlarca hissedarı yoğun bir ümitsizlik içindedir; "hizmet içi eğitim" çalışmaları tam bir fiyaskodur. Hissedarlar arasında şirkete aidiyet ve şirket kimliği konusundaki büyük ihtilaflar hâlâ çözülememiştir. Şirketin tüzüğü ise şirketin gelişmesine değil, mevcudun muhafazasına bile hizmette büyük zaaflar gösteren kaba bir disiplin yönetmeliğini andırmaktadır.
Şu suale çok net bir cevap vermek gerekiyor artık: Biz Türkler, bir devlet düzeni kurmak, işletmek, geliştirmek ve onu şimdiki zamanın ihtiyaçlarına göre yenilemekte başarısız mıyız? Bu suale "en azından görünürdeki hale nazaran evet" cevabı vermek nefse incitici gelse bile, neticede bir çöküntünün altında kalmaktan şüphesiz daha iyi ve doğrudur. Bizdeki "devlet aklı", bu suali "asla!" diye cevaplamaktan başka, bu hususta menfi görüş beyan etmeyi bile onuruna yediremiyor. Halbuki "inşâ"nın başında değilse bile ortalarında bir yerde seri yanlışlıklar yapıldığını kabul etmek, bizi hiç ümid etmeyeceğimiz ölçüde güçlendirebilir.
Tafsilatta boğulmayalım; bütün göstergeler, "inşâ"nın yakında bir moloz yığını haline gelebileceğini ihtar ediyor. Yaşadığımız, geçici bir krizden ibaret değil. Parayla halledilemeyecek sıkıntılarımız, diğerlerinden daha fazla ve daha ağır. Hafazanallah; her şeyin bir daha iflah olmayacak derecede çöküntüye uğradığı gün, boş böbürlenmelerin de mânâsı kalmaz.
Hakikat karşısındaki tavrımızla topyekûn zorlu bir sınamadan geçiyoruz; bizi ancak hakikat karşısında "sâdık" bir zihni tutum kurtarabilir ve unutmayalım ki şirketler gibi devletler de "ebed müddet" değildir!