İmlâ = Kalite

"Memleketin bunca derdi dururken, hırsızlık ve soygunculuk bir sefâlet hastalığı olmaktan çıkıp da neredeyse zengin alışkanlığı haline gelmişken lugâtten, imlâdan, gramerden dem vurmak da yeni bir apolitizasyon iğvâsı mı acaba?" diye düşünenler olabilir; bana göre "bilmemne bank"ın, bizzat sahibi tarafından soyulup soğana çevrilmesiyle, enerji krizi diye burnumuza dayatılan muazzam şantajla veya irticâın tehdit listesinde bir numaraya yükseltilmesiyle imlâ meselesi arasında pek samimi alâkalar var.

"İmlâsı düzgün bir hırsız daha ustalıklı hırsızlık icrâ edebilir" itirazında bulunabilirsiniz; tamam. İmlâ ahlâkla değil, üslûpla, kaliteyle ilgili bir şey. Biz sadece zararlı, bölücü, yıkıcı akımların şerrinden, kötü işleyen bir kamu cihazına sahip olmaktan, hırsızlıktan, irticâdan ve sefâletten muzdarip değiliz ki; ızdırâbımızı çâresizlik hâline getiren şey daha ziyade kalitesizliktir. Suyun alçağa akışında fevkalâdelik yok; siyasi propaganda için şiddete başvurmak köylülüğün, -sosyolojik açıdan- en geri kategorisi. Milletin siyasete nefreti, bugün için "kararsızlar" fırkasının mutlak galebesiyle tezahür ediyor ama yarın neredeyse seçimlere karşı ilgisizlik mübalağasına varabilir. Siyâset kelimesinin ne kadar kirlendiğini fark edebiliyor muyuz? Siyâset, beşerî sanat ve disiplinlerin evc-i bâlâsı. Bizde siyâsete atılanların kalitesi, siyâset kavramını hâyideleştirdi. Güç gösterisi ve şiddet iptidâiliğin dili, hukuk medeniyetin. Dayandığı felsefe ne olursa olsun bir hukuk nizâmını, kaidelerine sadâkatle işletmek bir medeniyet nişânesidir; hukuku siyâsileştirmek akıldan değil kurnazlıktan nişâne gösterir.

Balinaların da kendisine mahsus bir iletişimi var; bundan otuz sene önce İslâmcı retorikle yayın yapan bir edebiyat dergisi, "dil bir iletişim meselesidir; eski dil, yeni dil fark etmez, mesajlarımızı iletebilmek yeterlidir" gibi sefil bir gerekçeyle "öztürkçe" akımını savunur dururdu. Ne garip; din dahi dil üzerinde durur; edebiyatın zemini dildir fakat bu arkadaşlar, o günün gençliğinden bir kısmını bu garâbet kumkuması edebiyat cereyanının dümen suyuna çekmeyi başarabilmişlerdi! Dil, iletişimi de aşan bir şeydir. Bugünkü manzarayı şöyle tasvir edebiliriz; iletişiyoruz fakat kelâm edemiyoruz. Kaliteden muradım bu!

Cemil Meriç, meâlen "Fransız lisanını Akademi'nin kazları bekler" demişti. Türk dilinin resmî, gayrıresmî bir akademisi asla olmadı. Fransızlardan devlet felsefesi de dahil bir vagon dolusu "medenî müessese" ithal ettik ama akademi nedense unutuldu. Akademi, dilin jandarması demek. Jandarma ne kelime, lisânımıza revâ gördüğümüz muamelenin tarihte misli yoktur. Kamûsunu değiştiren hangi millet var XX. yüzyılda? Cemil Meriç rahmet istiyor, "Kamûs nâmustur" dedi ve gitti -rahmet ona-; o hükmün mânâsı da medlûlü de onunla gitti.

Devletin af felsefesi bir garip; takribî on yıllık fâsılalarla kendisini ilgilendiren ve ilgilendirmeyen cürümleri affediyor; merhametli bir cemiyet miyiz? Bastırılmış, gizlenmiş bir şiddet damarlarımızda ve sokaklarda kol geziyor. Şiddet ve merhamet yanyana gelince Dostoyevski'nin parmakları da karıncalanmaya başlar. Affedilmemesi gereken suçlar var mıdır? Bu, "infaz" felsefesiyle irtibatlı bir sual; "asmayalım da besleyelim mi?" yaklaşımı ile "asmayalım, besleyelim" nokta-i nazarı ülkemizde birbirinin gücünü yoklamakla meşgul. İnfazdan yani "ceza"dan önce felsefî planda tartışılması gereken daha önemli bir kavram var: Suç! Cürmün niteliği, istikameti ve târifi esaslı bir hukuk felsefesi birikimiyle tahlil edilebilecek bir problemdir. Hukuk nizamımızın bir felsefesi var mı? Ciltler dolusu kanun tercümesiyle tesis edilen yeni bir hukuk düzeni, satır aralarında o kanunların yaslandığı felsefeyi -istemeden de olsa- tercüme etmiş demektir. Devletin hayatiyetine karşı işlenmiş cürümle fikrî cürüm arasında sarih bir tefrik yapamayışımızın sebebi işte böyle âşikâr oluyor. Hukuk inşâ etmenin iki asgarî lâzımesi var: Felsefe ve lisân. Ne ilginçtir ki, her ikisi de toplum mühendisliği atelyesinin planya tezgâhlarından geçirilerek tasfiye ve tesfiyeye uğratılmış!

Sokak dilinin imlâya ihtiyacı yok. Senelerce "Halkımızın konuştuğu tertemiz dil, caanım türküler, mâniler... Saray, Arapça kırması ile tekellüm ederken halkımız dağ başlarında pınar suları gibi berrak bir Türkçe konuşuyordu." edebiyatının vahşi terörüne muhatap kaldık. Klasik Türkçeyi berhavâ uğruna azı çoğa, keyfiliği kaideye, azlığı çokluğa ve kibiri ihtişâma tercih ettik. Bugün okumuşuyla câhiliyle, mekteplisi ve ümmîsiyle bu kadar çok insanın "imlâsız"lıkla nasıl idâre edebildiğinin bir anlamı yok mu? İmlâ ve gramer, lisânın hukuku; lisan, muhakemenin ve hattâ varlığın zemini. Varlık! Olmasak da olur mu; peki var mıyız?

Balık baştan kokar derler ya; balığın koktuğu yer bence lisândır; fâcianın görünen kısmı ise imlâ kusurları. Yüksek lisans tezlerinde fâhiş Türkçe hatâlarının kol gezdiği bir ülkede, başbakan yardımcılarından birinin "...daki" eklerini "daaaki" şeklinde telâffuzda ısrar etmesi tesâdüf olamaz; hayır, bu bir tesâdüf değil, bu bir "anomi".

Okuyucuya not: Sabah gazetesi yazarı Gülay Göktürk, okuyucu "mail"lerinin tek taraflı bir haberleşme olarak kabul edilmesini rica etti. Gönlüm elvermese de bana mail yollayan okuyucularımın bu ricâ üzerinde düşünmelerini ve en azından cevabî mesaj bekleme konusunda anlayışlı davranmalarını insaflarına havâle ediyorum. ATA


Kaynak (Arşiv)