İmdat yahu imdat!
Hayırlı bir iş sebebiyle bayramı Bursa'da geçirdik. Nilüfer ilçesine hayırseverlerin yaptırdığı Merve Camii'ni ikisi cuma, biri bayram vesilesiyle, üç kere görmek kısmet oldu; hele asıl harîm kısmının ilk defa ibadete açıldığı ilk cuma namazında orada olmak ayrıca çok güzeldi.
Adını bilmiyor, inşaat halini hep uzaktan seyrediyordum. Büyük bir sahra çadırını andıran şekli ve iki modernize edilmiş yüksek minaresi ile dikkat çekiyor (1. Fotoğraf). Nedendir bilmiyorum, artık tek minare ile yetinilmiyor; İslâm mâbedi olduğu çok uzaklardan görülsün arzusu mâkul ama ikinci ve sair minarelerin varlık sebebi, kimse kusura bakmasın ama süs ve israftan başka bir şey değil. Yeri fevkalade güzel, İzmir yoluna hâkim, iyi siluet veren bir tepe. Birkaç yıl evvel, ne yazık ki ismini hatırlayamadığım bir variyetli hayırsever, bütün masraflarını üstlenmek kaydıyla işe başlamış fakat ömrü yetmeyince vârisleri ve çevre sâkinleri el ele verip yarım kalan işi tamamlamışlar. Allah herkesin hayrını kabul etsin, iyiniyetini ödüllendirsin, bânisine de rahmet eylesin. Velâkin arada eleştirilmesi gereken noktalar var... Ayrıntılar önemli.
RESSAMDAN HATTAT OLURSA...
Cami, bir çemberin etrafına dizilmiş 16 direk üzerine kurulmuş; böylece saflar alışageldiğimiz gibi birbirine eşit uzunlukta saflardan oluşmuyor. “Bu da bir mimari özelliktir, bir yenilik arayışıdır” diyerek geçebiliriz. İç mekânı kubbe civarından çepeçevre kuşatan bant halinde bir âyet var (2. Fotoğraf). Bir hüsn-i hat olması bakımından âyetin yazılışı, bir hattat elinden değil de ressam fırçasından çıkmış bir görüntü arz ediyor. İkisi arasındaki fark çok bâriz. Böyle özene-bezene yaptırılan hayır eserlerinde hüsn-i hat yazılarını erbâbına yazdırmak lâzım değil midir? Adı üstünde hüsn-i hat, yani güzel yazı. Resimden, süslemeden anlayan, kabiliyetli birinin verdiği niteliksiz emek, ne yazık ki hüsn-i hat mertebesine ulaşmadan yarıda kalıyor. Harf kalınlıkları, istifler beceriksizlik eseri ama asıl eleştirilmesi gereken husus şu: Cami 16 direk üzerine oturduğu için metin 16 parçaya bölünmüş durumda; yani kesintisiz devam etmiyor, 15 kere fâsıla veriyor ve bu esnada hattatımız (!) elindeki şablon yazısı nerede kalmış ise orayı diklemesine makasla kesip öteki bantta kaldığı yerden devam ediyor.
Kimse kusura bakmasın ama ben böyle bir şey görmedim. Hüsn-i hat kültürümüzün hayhayı gitmiş, vayvayı kalmış; biraz âşina olanlar bilir ki bant yazılarda ibâre uygun yerde, hat sanatının kaidelerine uygun tarzda bağlanıp en azından kelime tamamlandıktan sonra öteki bantta müteakip kelime veya cümleden başlayarak devam eder; şablon makasla kesilip kaldığı yerden devam edilmez. Latince bir metinde olmayacak yerden hece bölmek gibi sakîl, sevimsiz bir uygulama (3. Fotoğraf).
FİGÜRATİF DESEN DEĞİL O DEKORATÖR HANIM, ALLAH'IN ÂYETİ
Belki bunun kadar vahim olmamakla birlikte hüsn-i hat geleneğinde bir kırılmanın yaşandığı öteki örneği, Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı girişine yapılan Şâkirin Camii'nde gördüm: Harîmde mekânı kuşatan celî yazı şeridi, mihrap civarına geldiğinde önüne lüzumsuz bir gösterişle konulmuş mihrap çıkıntısına denk geldiği için görünmez hale geliyor (5. Fotoğraf ). Bir yazının mekâna konulmasından murad okunmasıdır. Mihrabın arkasında kaldığı için âyetin önemli bir kısmının okunmaması şu anlama geliyor: Mekânı düzenleyen dekoratör için celî hüsn-i hat şeridi, yazı değil ancak dekoratif bir figürdür; bazı gençlerin anlamını bilmedikleri halde tişört üzerine yazılı olduğu için üzerlerinde gezdirdikleri İngilizce yazılar gibi...
Mihrap zaten çirkin tasarlanmış ama gerçekten sanat eseri bir hüsn-i hat kuşak yazısının saygısızca arkaya atılması ayrıca gelenek dışı ve ayıplanması gereken bir uygulamadır.
YAZI DEĞİL MUAMMA MÜBAREK!
Yine Nilüfer'deki Merve Camii'ne geliyoruz; 16 direkle bölünen duvarların her birinde kare şeklinde iri bir pencere yer alıyor, camında ise “Satranç Kûfî” tarzıyla yazılmış bir ibâre; bu ibâre ayrıca kubbeye yakın ışık pencerelerinde de bol bol tekrar ediliyor. Satranç Kûfî, bir sözün kare planında dört kere döndürülerek tekrar edilmiş istifine verilmiş isimdir ve özellikle Selçuklu eserlerinde bol miktarda örneği görülür. “Acaba hattat ne yazmış?” diye merak edip okumaya çalıştımsa da başarılı olamadım. Bir mekânın içinde belki elli kere irili ufaklı boyutlarıyla tekrar edilmiş bir ibârenin ne olduğu herkesin merakını çeker (Çeker mi acaba?). Fotoğrafını (4. Fotoğraf) çekip daha sonra yeniden yazıyı sökmeye çalıştım, heyhât; okunmuyor, hattâ “Acaba hattat İslâm harfleri yerine Emin Barın hocanın tarzında olduğu gibi Latince harflerle bir kompozisyon mu kurmuş?” diye bir başka mantığın izini takib etmeye çalışıyorum, yine sonuç yok.
Son gidişimde, inşaat safhasında da görev almış cami cemaatinden birine sordum, dedi ki, “Biz de merak ettik, El galü Allah yazıyormuş” cevabını verdi. Arapça âlimi değilim ama bana mânâsız geldi. Belli ki kulağında öyle kalmış ama dikkat; mânâsını bilmiyor. Artık işi bir uzmanına sormanın zamanı gelmişti; İstanbul'a dönüşte çektiğim fotoğrafı ona gönderdim. “El mülk-i l'illah yazıyor olması galip ihtimâldir ama bir tuhaflık var; kurallar zorlanmış sanki ama olsa olsa böyle okunur diye düşündüm” cevabını verdi.
HAYHAYIMIZ GİTMİŞ DE VAYVAYIMIZ KALMIŞ
Şimdi sâkince oturup düşünelim ve bazı sonuçlar çıkaralım: Eski yazı ve özellikle hüsn-i hat san'atı, halkın bilgisinden çoktan çıkmış bulunuyor ama hâlâ ilgisi dahilindedir. Seviyoruz ama bilmiyoruz. İnsanlar camilerinde eski yazı tablo, levha ve kuşaklarına yer verseler de anlamından ve okunuşundan tamamen yabancılaşıp uzağa düşmüşlerdir. Bir hüsn-i hat yazısı ile diyelim ki bir duvar kâğıdı deseni arasında artık bir fark kalmamış gibi görünüyor çünkü her ikisi de artık yazı değil, dekor, figür ve bezeme niyetine kullanılmaktadır.
Diyanet camiasının cami inşaatları ve içlerinin süslenmesinden sorumlu ve görevli olmadıklarını biliyorum ancak Arabî ibâreleri herkesten daha iyi okuyabildikleri su götürmez. “Acaba niçin vaktiyle ikaz etmediler” diye düşünmeden edemedim; bu hayıflanışla Nilüfer Müftülüğü'nün web sitesinde bir bilgiye ulaşabilir miyim merakıyla gezerken fark ettim ki, Arabî ibâreyi bilip okumak yetmiyor; hüsn-i hat zevki ve kültürü, sayılı hatseverler istisnâ tutulursa değil Diyanet'te, hiçbir camiada kalmamıştır. Müftülük sitesinin hemen başında yer alan oranları sündürülmüş ve bozulmuş sülüs besmele aslında pek çok anlamı imâ ediyor. Hat sanatı aslında hayatımızdan ve hâtıramızdan çıkıp gitmiştir; bizim için artık güzellik miyârı (ölçüsü) teşkil etmiyor, o sadece bizim din sevgimizi dışa vurmamıza yarayan, mahiyetini bilmediğimiz kargacık burgacık bir formülasyondur. İslâm yazısını yıllarca “Kargacık burgacık” kelimeleriyle tezyif eden resmi ideolojinin muradı bu mânâda yerine gelmiş sayılır ve ne kadar sevinseler yeridir!
İşin bir başka yönü daha var: Cami cemaati iyi niyetli, fedakâr ama ne yazık ki mimarlıktan, klasik sanatlardan anlamadığı âşikâr; hayır ve güzellik nâmına para toplanarak yaptırılan çok şey maksadına vâsıl olmuyor, atılan taş yerini bulmuyor.
SANAT JANDARMALIĞI MI !
Şöyle bir uygulama nasıl olur, haydi tartışalım: Bir binanın ruhsat alabilmesi için nasıl ki meslek odasına bağlı bir mimarın yetkili imzası gerekiyorsa aynı şekilde camilerimizin güzel sanatlı işleri için kurumlaşmış klasik sanat ustalarından birinin yetkili imzası şart koşulsa nasıl olur? Bence çok isabetli olur; bu kötü yazılmış hüsn-i hat örnekleri, yanlış gözlükte ısrar etmenin zamanla gözü bozması gibi bizdeki bütün nisbet ve güzellik duygularını çürütüp yok ediyor.
İmdat yahu imdat; var mı ötesi?