İlimle mağrur olmanın sonu hüsran

Bir daire çemberinin çapından yaklaşık üç kere (3,14) uzun olduğunu farkeden ilk insan çok şaşırmış olmalıydı.

Ne kadar büyük veya ne kadar küçük bir çember olursa olsun çemberin çapa göre nisbeti hiç değişmiyordu. Bu bilgiye erişebilmenin, o meçhul geometri bilginini nasıl heyecanlandırdığını anlayabiliriz çünkü gündelik ve sıradan şeylerin görünmeyen tarafını açıklayan bilgi türü karşısındaki hayranlık ve şaşkınlığımız hiç değişmedi; 3,14 sayısı dairenin sırrı gibidir âdetâ ve o sayıya erişen ilk insan, bu bilgiyi "bilinmeyen"den fethedilmiş veya insan gücüyle koparılmış bir sır gibi kabul ettiğinde gurura kapılmış olmalıdır.

"Pi" sayısının değişmezliğini kabzettiğinden beri insan aklı, asla yatışmayacak bir mücadele içindedir, "henüz akıl erdiremediğimiz her meçhulün bir "p"si olmalı!" vehmi, insan neslinin dramını inşâ eder. Ne var ki ilim tarihi boyunca eriştiğimiz her bilgi "p" sayısı gibi dayanıklı çıkmamıştır; dünyanın düz bir tepsi biçiminde olduğunu veya boşlukta asılı durabilmesini "Atlas"ın güçlü kollarına veya efsânevi bir öküzün boynuzlarına borçlu olduğunu kabul eden anlayış, ilk defa telâffuz edildiğinde şüphesiz tartışılmayacak ölçüde "bilimsel" bir değer atfedilerek kutsanmıştı. İlim tarihinin en dramatik ve komik tarafını, elde edilen bilginin sağlamlığına duyulan güven teşkil ediyor. Bir süre geçtikten sonra yanlışlanabileceğini bilse bile, henüz meçhul kalmış bir bölgeyi aydınlattığını sandığımız bilgiye istinad etmek, nefse evvela hoş geliyor ve bir an sonra nefsi azgınlaştırıyor.

İnsanın, "bilinmeyen"le daima mücadele içinde olduğunu, insanlık izzetinin "bilinmeyen"le mücâdeleyi sürdürerek ondan koparılan "bilgi" ile yükseldiğini kabul eden anlayış, bugün "insanın kendine zulmetmesi"nin en bâriz misâllerini veriyor. "Bilinmeyen"in insan aklı vasıtasıyla tamamen "bilinebilir" bir mâhiyet taşıdığını ileri sürmek bu zulüm cinsinin en kanlı kırbacıdır. Bilgiyi elde etme ve onu çoğaltabilme melekemizin sonsuz olduğunu varsaymak, bugün "bilgi"yi ve "ilm"i en azgın örtülü şirk vasıtası haline getirdi. Oysa ki tam bu noktada farkedilmeyi bekleyen ince bir nükte var ve bu nüktenin anlaşılması ile insan nesli kendi nefsine zulmetmekten kurtulabilir: Evet, "akl"a sahipiz ve aklı kullanarak "bilgi" edinebiliriz; ne var ki akıl ile (veya sair vâsıtalar, yani ilham, vecd, vahy) erişebileceğimiz bilgi, bize göre "bilinmeyen"in tamamını kucaklamaya, fethetmeye ve anlamaya yeterli değildir. Bu idrak, aklı küçümsemeyi, aşağılamayı veya inkârı gerektirmiyor. Akıl da insan gibi mahdut kabiliyetlidir; onunla bilinenlerden hareket ederek başka bilinmeyenlere ulaşabiliriz ama bu imkân, bize bilinmeyeni tamamını fethetmek iktidârını vermiyor.

İslam'a göre küllî bilgi ancak Allah katındadır; bilineni, bilinebileceği ve bilinmeyeni ancak O kuşatır ve bu haberi "Kitab"ta müteaddid kereler ısrarla belirtmiştir. Bilgi konusunda O'nun haber verdiği en kritik hususlardan birisi, "O'nun dilemesi hariç, insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler" âyetinde ifâdesini buluyor. (Bakara; 255). Bu âyet, bütün dünya hayatı boyunca insanın edinebileceği bilgiyi kesinlikle tahdid etmektedir. Halbuki, insanın "akıl" sayesinde herşeyi bilebileceğini, ancak bunun bir zaman meselesine bağlı bulunduğunu öne sürmek, Allah bilgisi ile insanın edinebileceği bilgiyi pek zâlim bir üslûpla boy ölçüştürmekten başka bir şey değildir ve çok bâriz biçimde "şirk" anlamına gelir.

Allah insanlara bilgi edinme melekesi (akl) vermiş ve insanın edinebileceği bilginin çerçevesini ve istikametini işaretlemiştir; Necm sûresinde âhirete inanmayanların, âhiret hayatı hakkında hiç bilgileri olmadığı halde "zan" sahibi oldukları, "zannın hakikate nisbetle birşey ifade etmediği" ve bu yüzden "onların erişebilecekleri bilgi"nin ancak bundan ibaret kalacağı haber veriliyor (27—30). Zümer sûresinde (49) ise "akl" yoluyla elde edilen bilginin, insanı ne suretle zâlim ve gâfil haline getirebildiği ihtar ediliyor; "insana bir zarar dokunduğu zaman bize yalvarır. Sonra kendisine tarafımızdan bir ni'met verdiğimiz vakit, 'Bu ancak bana bilgimden dolayı verilmiştir' der. Hayır, o bir imtihandır (fitne) fakat çokları bilmezler". Akıl yoluyla edinilmiş bilgiden dolayı mağrur olarak, Allah'ı hiç hesaba katmadan insanı her bilinmeyene erişebilecek bir başka ilâh mevkiine çıkarmak iddiası işte bu âyetle hüküm giymiş durumdadır; Bilgi ile mağrur olarak, "Bu ancak bana bilgimden dolayı verilmiştir" diye övünen insanın aslında elde ettiği şey, —o bilgi doğru istikametlenmediği ve doğru kullanılmadığı için— bir fitne sebebi haline gelir: Nitekim Ra'd sûresinde bilgi ile övünen ve bu suretle kendilerinde varlık görenler şöyle uyarılıyor, "Yoksa siz Allah'a yeryüzünde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Yoksa boş lâf mı ediyorsunuz? Aslında inkâr edenlere hileleri süslü gösterildi ve onlar doğru yoldan alıkonuldular". Bu âyetin âşikâr imâsı, doğru yönlendirilmemiş bilginin Allah katında "süslü bir hile; boş lâf" olarak değerlendirileceğidir: Doğrusu biraz düşünebilenler için söz konusu "süslü hile'lerin, kimler tarafından hayata rehber tayin edildiği kolayca hatırlanabilir.

Akıl yoluyla kazanılmış bilginin son tahlilde "müsbet"liği, hangi metodla edinildiği, güvenilirliği veya mutlaklığı hiçbir mânâ ifade etmiyor; kendini bilen için bilgi "imtihan"dır; kendini bilmeyen için "fitne". Dünyevî bilgi, doğru şekilde sıralandığında galaksimizin mâverâsına nüfuz edebilir ama netice itibariyle dünyaya ait, bütün dünyevi görkemine rağmen ölümden bir an sonra insanın ahvâlini aydınlatmakta ise âciz.


Kaynak (Arşiv)