İlân ve silâh
Geçtiğimiz ayın sonlarında Sakarya’da bir cinayet vukû buldu. Cinayet ruhsatlı bir silâhla işlendi; cinayeti işleyen zanlının mahalli nitelikte yayın yapan bir gazete sahibi olduğu ileri sürülüyor.
“İleri sürülüyor” tâbirini anlayışla karşılamalısınız. Cinayetin nasıl cereyan ettiği hakkında yeterince şâhit ve delil var ama hukuk usûlü açısından bu inceliğe riayet etmek lâzım.
Bu üzücü hadise, kanun koyucuların iki önemli meseleye bir kere daha dikkatle eğilmesini gerektiriyor; bunlardan ilki ruhsatlı silâh kavramıdır, diğeri ise mahallî basın ve mahallî gazetelerin resmî ilânla ilişkisi.
İlkinden başlayalım. Sakaryalı gazete sahibi, yaşadığı şehirde uzun yıllar dernekçilik yapmış, eğer yanılmıyorsam Şoförler ve Otomobilciler Odası başkanı imiş. Kısa bir zaman önce Sakarya Anadolu gazetesini devralarak basın sektörüne de girmiş.
Gazete okurlarının genellikle pek bilmediği bir Cumhuriyet geleneği vardır; taşrada basın hayatı vücut bulabilsin, yayınını sürdürebilsin diye hükümet, resmî kuruluşların ihâle, satın alma, istimlâk gibi duyurularını mahallî gazeteler arasında paylaştırarak bir nevi destek hizmeti verir. Paylaştırma işini daha önce vilâyet yönetimlerinin kurduğu denetleme kurulları yapıyordu, şimdi bu görev kanunla Basın-İlan Kurumu’na verildi; kaç fikir ve kol işçisi çalıştırılıyor, işyeri sağlık şartları elverişli mi? Yayın niteliklerine uyuluyor mu gibi ayrıntıları gözden geçirir. Gençliğimin üç yılı, mahallî gazeteciliğin hemen her kademesinde çalışmakla geçtiği için resmî ilânın gazete için ne kadar hayatî bir önem taşıdığını biliyorum; hak ettiğimiz kadarını alabilmek için nasıl didindiğimiz daha dün gibi aklımda. Resmi ilân kontenjanı, mahallî basın için vaktiyle teşvik edici bir unsur teşkil etti ve Sakarya’daki cinayet, zannıma göre gazetede eksikler gören denetleme kurulu üyelerini şahsen cezalandırmaya karar veren bir gazete sahibi tarafından işlendi.
RUHSATLI SİLAH UYGULAMASININ MANTIĞINI ARTIK SORUŞTURMAYACAK MIYIZ?
Öyleyse şimdi resmî ilân kavramını ve mahallî gazeteciliği masaya yatırmanın yeridir. Resmî ilânları kamuoyuna, bir başka araçla duyurmak dün zor değildi, bugün neredeyse lüzumsuz hale geldi. İnternetli bir dünyada yaşıyoruz. Mahallî gazeteciliğin artık Tv ve radyo boyutları var. Haberleşmek çok kolaylaştı ama resmî ilân dağıtımı hâlâ eskisi gibi sürüyor. Teşvik edici tarafı görmezden gelinemez ama istismara uğradığı yerlerde kararlı davranmak gerekir. Sonuç itibarıyla resmî ilân paraları vergi mükelleflerinden çıkıyor ve bu paraların artık doğrudan lâyık olana verilmesi veya bundan vazgeçilmesi kaçınılmaz görünüyor. Tabii bu aynı zamanda mahallî gazeteler için “olmak veya olmamak” noktasıdır.
Yine de siyasi otoritenin, taşraya sevimsiz görünmemek ve bu yolla muhalefet baskısına uğramamak için resmî ilân geleneğini sürdüreceği beklenebilir; ama –orta değil- kısa vadede, bu 20. yüzyıl âdetinden kurtulup, mahallî basını kendi ayakları üstünde durabilecek diğer tedbirlere bakmak zamanıdır.
Mahallî basın mensubu arkadaşlarım bu fikrime haklı olarak katılmayacaklar ama olması gerekenin aslında bu olduğunu onlar da kabul ederler zannındayım.
Gelelim cinâyet ve şu ruhsatlı silâh meselesine. Sanık, denetleme kurulu üyelerine 14’lü tabancasıyla yağmur gibi mermi yağdırmış. İlk şarjör bittiği için yedekteki ikinci şarjörü da kullanmış. Yakalandıktan sonra üzerinde yapılan aramada bir hayli yedek (galiba yüzden fazla) mermi bulunduğu belirtildi. Ruhsatlı silâhın bir temel mantığı olması gerekir, 14’lü tabancaya ruhsat veriliyorsa, hafif makineli tüfeğe niçin izin verilmediği de sorgulanabilir pekâlâ?
Ruhsatlı silâh alma prosedürünü tam bilmiyorum ama esaslı bir sağlık kontrolü yapıldığını tahmin ediyorum; bu kontrole, eski tâbirle “asabiye” de dahil olmalı. Şahitler, sanığın söze başlamadan silâhını çekip masanın üstüne koyduğunu, “Haydi şimdi konuşun bakayım” dediğini, kurul üyelerinin bu duruma itirazı üzerine silâhı kapıp odadakilere mermi yağdırdığını söylüyorlar. Belli ki sanık, aşırı stres altında davranışlarını kontrol edebilecek durumda değildi.
Acaba son sağlık kontrolünden ne zaman geçmişti; “Al bu silâhı yanında gezdir; yanında da yedek şarjör ve istediğin kadar mermi” diyerek bu şahsa ruhsatlı silâh veren resmî görevliler acaba, “Biz nerede yanlış yaptık?” diyorlar mıdır?
Balık baştan kokuyor; yanlış, ruhsatlı silâh uygulamasında. Devlet, yurttaşlarını her hâl ü kârda korumayı vaat ettiği için Türkiye’de silâh taşımak sıradan insanlar için kanunen yasak. Gerçek ihtiyaç sahipleri ve torpilliler hariç tabii. Torpilli kavramının içine, “Sırf hava olsun, etrafa güçlü görüneyim, silâh taşıdığım bilinsin” düşüncesiyle vilayet yetkililerine ve politikacılara yüzsuyu dökerek silâh tedarik eden herkesi koyuyorum. Silâh ruhsatı kurumunun kötüye kullanıldığını en başta, o ruhsatı verenler gayet iyi biliyorlar. Hakikaten gerçek ihtiyaç sahiplerine tahsis edilmiş olsaydı, Türkiye’de ruhsatlı silâh miktarı en az dörtte üç oranında azalırdı çünkü.
Devlet, dağıttığı silâh ruhsatlarını, yeniden gözden geçirmek maksadıyla toplayabilir mi? Zannetmiyorum. “Biz silâh seven bir milletiz!” palavrasıyla ruhsatlı silâh edinenleri savunanlar sadece kof kabadayılardan ibaret olmasa gerek. En başta mülki idare amirleri, yüksek bürokratlar, milletvekilleri ruhsatlı silâh taşıyorlar; siz buna işadamlarını, riskli işler yapan özel sektör mensuplarını da ilave ediniz...
Devlet ruhsatları iptal edemez (keşke etse!) ama ruhsatlı silâhla işlenen her cinayetten sonra konuyu suskunlukla geçiştirmeyi bilir; oysaki bazı yurttaşlara silâh verip çoğunluktan bu hakkı esirgemek anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olduğu gibi, devletin temel fonksiyonunu, yani her yurttaşın güvenliğini sağlamak vazifesini beceremediği anlamına gelir. Ruhsatlı silâh vermek, “Al sana silâh, şartlar gerektirdiğinde başının çaresine bak” demektir ve bu zımnî izin, devletin varlık sebebini çürüten bir uygulamadır.
Ya silâh taşımak herkes için serbest bırakılmalı (Birleşik Devletler’de olduğu gibi; ABD’de silâh bulundurmak anayasa derecesinde genel kabul gören tabii haklardandır) veya ruhsatlı silâh uygulaması, son derece sert ve istisnai hallerde akla gelmeli.
Evet gündem yoğun, ruhsatlı silâh meselesi değil hükümet gündemine girmek, dişinin kovuğuna bile uğramaz ama temelinde önemli bir vatandaşlık hakkı problemi yatıyor; “Herkese silâh serbestisi tanıyacak mısınız, yoksa ruhsatlı silâh edinmeyi zorlaştırmayı düşünüyor musunuz?” Bu soruya cevap vermeli bir yetkili ama, “Ruhsatlı silâhla işlenen cinayetler devede kulak mesâbesinde” diyerek işi savuşturmadan...
ŞU ANLAMSIZ MESLEK DAYANIŞMASI
Olaydan sonra Türkiye Gazeteciler Federasyonu genel başkanı bir açıklama yapmış ve daha ilk cümlede, “Cinayet sanığının gazete sahibi olmak dışında gazetecilikle bir ilgisi yoktur” demiş. Türkiye’de meslekî dayanışmanın ne kadar uçuk noktalara vardığının yeni bir göstergesidir bu açıklama. Şu vahim ve çok yönlü hadiseden sonra söylenmesi gereken ilk söz, “Aman yanlış anlaşılmasın, katil zanlısı bizden değil” mi olmalıydı?
Olayın bir boyutu daha var ama benden çok oda ve meslek mensuplarını ilgilendirir; özellikle esnaf dernek ve odalarında onbeş-yirmi yılı bulacak derecede uzun süren başkanlık kariyerlerine sıkça rastlıyoruz; bu gerçeği, “istikrar”la mı açıklamalı, başkanların çok iyi yöneticilik yaptıklarına mı yormalı, yoksa daha gerilerde başka sebepler mi var?
Bu sorunun cevabını oda ve dernek mensupları bulsunlar.