İki dünya mabeyninde titreşen bir kararsızlık
Çok iyi bildiğimiz, bizzat yaşadığımız ama hikâye etme zevkini ihmâl ettiğimiz şey, bayramların, tam da hayatın ortasından geçen bir iyimserlik, yaşama ümidi ve sevincini çoğaltan bir pembe oyun olduğu gerçeğidir.
Edebiyatımıza, sanatımıza bir de o gözle baktığınızda göreceksiniz ki bayram neş'esini çoğaltıp, hattâ abartmakta somurtkan bir ihtiyatkârlık göstermişizdir. Fotoğraf kamerasına bakarken de öyleyizdir; gülümsememiz gerektiğini birilerinin ille de hatırlatması lâzımdır. Vesikalıklarımızın hep o birbirine benzer yorgun, ciddi ve endişeli yüz ifâdesiyle dolu çehreler koleksiyonunu andırması tesâdüf mü?
Küçük bir deneme yapalım: "Noel (yılbaşı) filmleri" desem aklınıza neler gelir? Ya Noel şarkıları, Noel hikâyeleri, Noel âdetleri?.. Kastettiğim aşağı yukarı bu mânâdır işte. Charles Dickens'in "A Christmas Carol" (Bir Yılbaşı Şarkısı) isimli hikâyesindeki kara atmosferin Noel iyimserliği ile mavileşmesi de aynı cümledendir. Bir ucu Hıristiyan esâtirine, eski İskandinav ve Pagan inançlarına yaslanırken diğer ucu muazzam bir tüketim endüstrisine dönüşen yılbaşı (Noel) kültünün bütün dünyada müşteri ve seyirci bulması, elâlemin Hıristiyan geleneklerine ayılıp bayıldığından değil, her birinin esasta yaşama sevincine adanmış iyimser ve beyaz hikâyeler olmasından kaynaklanıyor.
Kutup Ekspresi diye bir film yapılmıştı önceki senelerde; o filmi seyredenler, bir bayram sabahının nasıl bir şey olması gerektiğini hatırlayacaklardır meselâ.
Her toplum gibi bizim de bayramlarımız, benzer geleneklerimiz var ve biz onları hayat için yorumlamak yerine iki dünya mâbeyninde titreşen bir kararsızlıkta algılamayı tarz edinmişiz. Dini bayramlarımızda hep biraz mağmum bir hava vardır; millî bayramlar ise resmi ideoloji taraftarlarının berbat yorumu yüzünden soğuk bürokratik gösterilere dönüşmüş ve resmi tâtil hatırına katlanılır bir devlet ritüeli şekline bürünmüştür.
Bayram, ille de hayata tutunmak, bir ucundan da olsa hayata asılmak demektir: Çok iyi bildiğimiz, bizzat yaşadığımız ama hikâye etme zevkini ihmâl ettiğimiz şeyden kastım bu işte. Yaşamakla hikâye etmek arasında doldurulması gereken yerler var: Çocuklarına yeni elbise, ayakkabı alamadığı için mevcudu yıkayıp ütüleyen, boyasını tazeleyen ana-babanın hüznü, çocukları adına yaşama sevinciyle takas edilmiş bir inkisardır. Şer'an mükellef olmadıkları halde borç edinip kurban kesenlerin içindeki tatmin hissi de aslında hayatı çoğaltmaya dair değil mi? Variyetli insanlara sorunuz, en unutamadıkları bayram, herhalde en zaruret içinde bulundukları, kederin en kesif haliyle insanın omzuna yüklendiği günlere denk gelen günlerdekiler olacaktır. Yoksa bazı yörelerimizde "yas bayramı" diye paradoksu, getirip bayram neş'esinin ortasına diker miydik? Tam da demin izah etmeye çalıştığım, "hayatı iki dünya mâbeyninde titreşen bir kararsızlıkta algılamak" misâlinin numûnesidir yas bayramı; iki bayram arasında yakınını kaybedenlerin evi ziyaret edilir ama rahmetliden bahsedilmez pek, alelâde şeyler konuşulur ki, onda bile hayata tâzimin ağırbaşlı bir görüntüsü vardır.
Sanat ve edebiyatımıza bayramların hayatı çoğaltıcı veçhesini iyi aksettirebilseydik, Bolu-Kaynaşlı gişeleri önünde durup dururken 5 km'lik araba konvoyu birikir miydi dersiniz? Kimden kaçıyoruz; kendi hakikatimizden mi, İstanbul'un yorucu ve gerici atmosferinden mi, yoksa artık tatsız bulmaya başladığımız bayram geleneklerinden mi?
Bizim bayramlarımız, sair bayramlara göre daha çok emek, daha çok insânî katkı gerektirmesi bakımından farklıdır. Bütün okuyucularıma içinden hayatın bütün neş'esiyle coşup aktığı ve her günün bayram güzelliği ile geçtiği günler diliyorum.