İki doğru-bir yanlış; değer mi hocam?
Yaşar Hoca"nın nâtıkası düzgün, kitâbeti etkilidir; ilmî cesaretini de takdir edenlerdenim; öyle mahfillerde öyle doğruları müdafaa etmiştir ki, "pes, ben cesaret edemezdim" diye düşündüğüm çok olmuştur ama Hoca, "men menem diger nist" anlayışını fazlaca ciddiye almış olmalı ki doğruların arasına sıkışıveren yanlışlıkları da aynı celâdet ve belâgatla takdimden geri kalmaz.
Konu "Yaşar Hoca"; yani tam adı ve unvanıyla CHP İstanbul milletvekili Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk. Aslında eksik bir tarif bu: Gazete yazarı, televizyon yıldızı, tasavvuf tarihi uzmanı ve fikir adamı gibi başka yönleri de var Yaşar Hoca"nın. Gıyabına sevgim ve saygım; ilmine ve birikimine hürmetim vardır. Zaman zaman fikren katılmadığım bir beyanıyla karşılaşsam, başka kimselerin erişemeyeceği yerlere hitab edebilmesini, tebliğde bulunabilmesini hatırlar, hakkını teslim ederim. Hâsılı Yaşar Hoca, benim için nihai tahlilde sempati ve hürmetin ağır bastığı bir fenomendir.
Bu dünyada herkesin nâkısesi var; Yaşar Hoca"nın nâkısesi de "ego"su. Benim tenkide müstehak gördüğüm bu ciheti, belki de kendince onun en belirgin vasfı, en müsbet tarafıdır ve bu gibi meseleleri tartışmak, neticeye tesir etmez. İnsanın zamanla değişebilir ve kat"iyyen değişmeyen tarafları var. Bana kalsaydı, Yaşar Hoca egosuna biraz daha zulmedebilse kitlelere tesiri çok daha ziyade olurdu diye düşünmeden edemiyorum ama bu durumda onun, "ama o zaman ben, ben olmazdım" itirazında bulunması da kuvvetle muhtemeldir. Bu mütereddid satırları yüksek sesle düşünme ihtiyacım, biraz da başkalarını yargılarken insaf terazisinin topuzunu kırmak endişesinden kaynaklanıyor.
Yaşar Hoca şöhreti seviyor; "Kim sevmez ki?" diyeceksiniz; üstelik şöhret, iyi ve kötü yanıyla muhtelif tabiatlara aksedebilen bir özellik. Öyle zannediyorum ki bir ay süreyle Hoca, şu veya bu şekilde gündemde yer tutmasa rahatsız olur; kendince "eksiklik" vehmine kapılır. Belki de o, isminin şu veya bu şekilde zikredilmesini, kariyerini daima daha yukarılara doğru omuzlayan mecburi ve anlamlı bir hayat mücadelesi gibi görmektedir. Eğer tahlilin bu kısmı doğruysa anlayışla karşılamak gerekir ama hep yukarılarda kalmak için zaman zaman zorla gündem inşa etmesini aynı derecede anlayışla karşılamama hakkımız saklıdır.
Siyasetle uğraşmak her vatandaşın hakkı; Yaşar Hoca bu işten "müstağni" kalabilmeyi seçseydi bence izzetinden bir şey eksilmezdi; nice seçimler boyunca -hem de dilediği partiden- milletvekili seçilme şansı daima oldu ama o CHP"yi tercih etti. CHP"yi seçtiği için değil, siyasete iştahlandığı için üzülmüştüm o zaman. Daha sonra bir kurultay dedikodusunu bahane ederek sesini tekrar yükseltti ve geçen hafta verdiği televizyon mülakatında, "Ben ağır bir tavır koydum; parti yönetimi bunu görmezden gelemez" sözleriyle muradını açığa koydu; açıkça "beni partiden kovun; kovun ki bakın neler yapacağım" demeye getiriyordu. Benim uzaktan sempati duyduğum Yaşar Hoca, -eğer hakikaten mevcut ise- böyle bir kumpas karşısında partisinden ve milletvekilliğinden istifa edip ehliyetle ısıttığı ilim minderine dönerdi ama o vuruşa vuruşa çekilmeyi münasip görüyor.
Değer mi?
"Ben dünya çapında bir fikir adamıyım" sözleri de aynı hâletin ürünü. Bize büyüklerimiz, -kendimizi övmek ne kelime- başkaları tarafından övülünce gurura kapılma tehlikesine karşı uyanık durmamızı öğütlediler. Kendi değerini parlatmak ihtiyacını hisseden bir hâlette maraz alâmetleri de vardır. Ne var ki Yaşar Hoca kendi değerini takdir etmek hususunda mahviyetkârlık göstermeyi ikiyüzlülük gibi görüyor olsa gerektir ki, hemen her konuşmasında "biz zaten yazdık o meseleyi felan kitapta; okumuyorlar kardeşim" şeklinde bir sızlanma faslı geçmeyi ihmâl etmez. Çalışkan ve verimlidir; her yeni kitabını gündeme getirip kamuoyuna tanıtmak için elverişli tartışma mevzuları bulup neticede sözü yeni kitabına getirmekte ustadır; ne zaman onu böyle bir ihtiyaç içinde hissetsem, "değer mi" diye düşünürüm.
Değer mi?
Yaşar Hoca"nın nâtıkası düzgün, kitâbeti etkilidir; ilmî cesaretini de takdir edenlerdenim; öyle mahfillerde öyle doğruları müdafaa etmiştir ki, "pes, ben cesaret edemezdim" diye düşündüğüm çok olmuştur ama Hoca, "men menem diger nist" anlayışını fazlaca ciddiye almış olmalı ki doğruların arasına sıkışıveren yanlışlıkları da aynı celâdet ve belâgatla takdimden geri kalmaz. Bu bence onun en ziyade tenkide müstehak yanıdır.
Bir misâl; adı geçen televizyon mülakatında Yaşar Hoca "Türk İslâmı" diye bir kavram olamayacağını, İslâm"ın yanına ilave edilen her kelimenin İslâm"a bühtân mânâsı taşıdığını belirtirken doğrudur ama iki cümle sonra "Arabizm ve Arap İslâmı" sözlerini fütursuzca telaffuz ederken kendi mantığına mağlup olduğunu göremeyecek kadar "ego"suna güvenir. Ona göre İslâm"ın ancak yorumları mümkündür. Meselâ İslâm"ın Türkmen yorumu diye bir olgu vardır ve bunu izaha çalışırken ısrarla "Kur"ansal hümanizm" diye garip bir terkibi tekrarlayıp durmaktadır. "Yanlış duymuş olsam gerektir; Yaşar Hoca böyle garip lâf etmez" diye teyakkuz haline geçtiğimde aynı kavramı bir kere daha kullanır: "Kur"ansal hümanizm"; yani o mâlum terâneler; Mevlânâ"nın, Hacı Bektaş"ın, Yunus Emre"nin hümanistliği efsânesi, garip bir şekilde Yaşar Hoca"yı da cezbedivermiştir. Bazı adamlar nedense "Mesnevi bal gibi Kur"an tefsiridir, Yunus"un şiirinde nice şer"i hikmetler vardır; bu adamlar bal gibi Müslümandılar" diyemedikleri için kullanırlar bu tâbiri. Yanlıştır; evvelen anakroniktir, sâniyen iftiradır. Zira "hümanizm", insanı ilâh mevkiine ikame eden, seküler bir "din"dir ve bunun böyle olduğunu en iyi bilmesi gereken adamın ağzından dökülmektedir bu sözler. İslâm"ın yanına tamlayıcı kelime konulmasına bile şecaatle kükreyen bir i"zan, Kur"an"ın yanına -dînen nesebi bozuk- bir kelimeyi nasıl yakıştırabilmektedir?
İki doğru, bir yanlış; üç doğru, bir yanlış: İslâm tarihinde yaşanmış bütün tatsızlıkları Emevi hanedanının sırtına boca ederken, Hoca, en insaflı tabirle itinasızdır ve herkesçe müsellem tasavvuf tarihi mütebahhiresine rağmen tarih kavramını, bir kıraathane sâkini mantığıyla değerlendirmektedir. Ona göre Emeviler olmasa idi, herşey -en azından- biraz daha iyi olacaktı. Ayrıntılarına girmeden ifade edebilirim ki ciddiyetiyle meşhur İslâm tarihçileri, bu gibi ilmi nezaket ve incelikten uzak tâbirlerden sakınırlar; son derece değerli olduğu zannedilen hülûs mesajı ihtiva ediyor olsa bile...
"Dört mezhep" dışındaki fıkhî ekolleri sapıklıkla itham eden bir şöhret düşkününü eleştirirken, Kur"an âyetlerini şahsi niyetlerine göre eğip bükenleri hırpalayıp Allah kelâmını yüceltirken "celî" bir şahsiyet heykelidir o; lâkin fıtratı, kendisine "üç vakit" sevmenize müsaade etmez; kendisinden bahsederken "ca"lî" ve sevimsizdir.
Bu yazının anafikriyle doğrudan alâkalı olmasa bile geçen hafta, kendi gazetesine verdiği bir mülâkatta söylediği şeyler hakkındaki fikrimi de belirtmeden geçemeyeceğim. Yaşar Nuri Öztürk, bahsettiğim mülâkatında Aksiyon dergisinin 8 Aralık 2003 tarihli 470. sayısının kapak konusunu kıyasıya eleştirdi. "İnsanlık O"nu bekliyor: Hazreti İsa" başlıklı kapak dosyasındaki haber, asıl itibariyle Hz. İsa"nın kimliğine Kur"an"ın getirdiği izahı konu ediniyordu. Haberin son kısmında ise "Ahir zamanda Hz. İsa gelecek" arabaşlığı altında, Hadis külliyatında mevcut rivayetlere atıfta bulunulmuş ve bu rivayetlerin nasıl anlaşılması gerektiği hakkında muhtelif yorumların varlığından söz edilip ezcümle Hz. İsa"nın Müslümanlar ve Nasranîler arasında barış ve diyalog gayretlerinin sembolü olabileceğinden bahsedilmişti. Bu haber, Yaşar Hoca"nın gazetesinde "çileden çıkaran haber" başlığıyla duyuruldu. Üstad bu mülakatında, "iki doğru-bir yanlış" uygulamasının tipik bir örneğini daha verdi: Efendimiz"den sonra -nebi veya Resul- kimsenin gelmeyeceğini, esasen Kur"an"da böyle bir lâfız ve işaret bulunmadığını belirtirken bana göre doğruyu seslendiriyordu; Aksiyon kapağındaki kompozisyonun yanlış anlamalara sebebiyet vereceğini ihtar ederken de hükmünde isabetliydi ama fıtratı kendisini rahat bırakmadı; sözlerinin arasına, bugüne kadar "Hakkı tavsiye ve bâtıldan içtinâb"dan gayrı fiiline şahit olmadığım Fethullah Gülen Hocaefendi"yi, Müslümanların duygularını kabartıp kesesini boşaltmakla, topladığı paralarla imparatorluk kurmakla ve en nihayet Hıristiyan süper güçlerin himayesinde bir köşeye çekilip istirahata geçmekle itham eden cümleler sokuşturmayı ihmâl etmedi.
Yine iki doğru, bir yanlış!
Bugüne kadar yazdığı gazetede yayınlanan akıllara ziyan müfteri manşetlerden, konuştuğu televizyonda sıralanan âdâp ve örf dışı görüntü ve haberlerden ötürü kimsenin aklına Yaşar Nuri ile patronu arasında bir illiyet bağı aramak gelmedi; ama Yaşar Hoca, fırsat ele geçer geçmez iki doğrunun arasına bir hınç ibaresi sokarak egosunun kendisini nasıl idare ettiğini bir kere daha gösterdi.
Değer miydi?
Hâsılı: Bu yazıyı yayınlamak konusunda hayli düşündüm; "değer mi" diye düşündüm, sonunda "değeceğine" karar verdim. Değer, çünkü her insanın sıradan görevlerinden biri de doğruyla eğriyi, hangi kab içinde bulunduğuna aldırış etmeksizin fark ve temyiz etmektir. Yaşar Hoca bu ülkenin medyalarında hâlâ sözüne itimad edilen bir uzman sıfatıyla kabul ve saygı görüyor. Ola ki bu "dentibus albis" (gülümseyerek, beyaz dişlerle) tenkidimizin eğrisi doğrusuna denk gelir de, neticede hayra bais olur.
Olur mu dersiniz?