İkaz!

Cevaplanması gereken en önemli sual şudur: “Başbakan’ın yönetimindeki hükümet ve yasama gücü, esas itibariyle muhafazakârların taleplerini mi yerine getiriyor, yoksa toplumun geri kalan kısmını nasıl muhafazakârlaştıracağı yolunda kendi programını mı uyguluyor?”

Bu soruya cevap arayalım.

Sualin birinci kısmına cevap verebilecek durumdayım çünkü muhafazakâr olduğu varsayılan kitlelerin taleplerini iyi-kötü, dile getiren bir yazı geçmişim var;

Hayır, muhafazakârlar günübirlik yönelişlerle kamuoyunun ilgisiz gündem maddeleriyle meşgul edilmesini savunmuyor; meselâ sezaryenle doğum, kürtaj hakkı, Çamlıca’ya cami, THY grevinin yasak kapsamına alınması, hattâ ve hattâ bir süre önce Meclis’ten geçirilerek kanunlaştırılan yeni eğitim reformu (?) konularında bile herhangi bir talepte bulunmuş değiller. Muhafazakârlar hükümeti ve AK Parti’yi, hürriyetlerin önünü açması, demokratik kültürü geliştirmesi, refahı orta sınıflardan başlayarak yaygınlaştırması, antidemokratik yönetim heveslilerini caydırması, devletin halkına karşı tarafsızlaşması gibi temel taleplerine bir cevap bulmak gayesiyle desteklediler ve destekliyorlar. “Bütün Türkiye muhafazakâr bir çizgiye gelsin, sahil şeritlerinde CHP’li kalmasın, bürokrasi, adliye, emniyet, ordu, üniversiteler daha mutaassıp bir çizgiye doğru çekilsin diye değil. Yeni anayasa konusunda muhafazakâr kitlelerin ümit ve beklentisini bu çerçevede okumak doğru olacaktır; onlar çok daha temelde devlete vatandaşlık bağıyla bağlı eşit yurttaşlar olabilmek, devlet eliyle tasarlanmamak ve yönlendirilmemek için yine kamu gücünü muhtaç oldukları için AK Parti organizasyonundaki hükümetin yanında yer aldılar.

Hükümete muhafazakâr desteğin zannedildiği gibi ideolojik bir boyutu yok; çok kısaca insanlar, “Türkiye sıradan bir batı ülkesinin standartlarına gelsin” beklentisi içindeler. Bugüne kadar devletin himaye edip desteklediği iktidar seçkinleriyle aynı çizgide yarışa başlayabilmek hakkını savunuyorlar aslında. Türkiye o kadar garip bir kamu yönetimi felsefesiyle yönetildi ki, sıradan olanı talep etmek bile şüpheyle karşılanıyor. Sıradan olan; yani, ibadet hürriyeti, dilediği okulda eğitim hakkı, özel teşebbüsün devlet tarafından ideolojik gerekçelerle engellenmemesi, sağlık, sosyal güvenlik hizmetlerinden eşit yararlanma hakkı gibi sıradan şeyler...

Başkanlık sistemi halkın gündemi değil meselâ; 3x4’lük eğitim reformu da öyleydi; kezâ futbolda şiddet kanunu ve onu alelacele tashih eden diğer kanun da...

Görünen o ki hükümet, kamuoyu araştırma şirketlerine yaptırdığı anketlerin sonuçlarına bakarak “Su içsem yarıyor” iyimserliğine kapılmış ve “Nasıl olsa kabul ettiririm” düşüncesiyle taban tarafından talep edilmediği halde ona iyi geleceğine inandığı birtakım perhiz formüllerini devreye sokmakta mahzur görmemiştir. Bu yaklaşımın öteki adı Jakobenliktir; bir şeyi halkın iyiliği için ama halka rağmen yapmak.

Muhfazakâr seçmen tabanı AK Parti’yi, kemikleşmiş devlet bürokrasisinin Jakoben anlayışına son vermesi için destekledi ve destekliyor; bir Jakobenizm’den ötekine geçmek doğrusu hiç de cazip değildir. Bu noktada hükümetin toplumla ilişkilerde en büyük yardımcısı ve desteği “Parti”nin ne işe yaradığını da sorgulamak gerekiyor. AK Parti, sokaktaki her iki kişiden birinin desteğini aldığı toplumun nabzını tutup taleplerini yönetime iletmekte midir, yoksa “Büyüklerimiz bizden daha iyi bilir” itaatkârlığıyla yukarıdan gelecek direktif ve siparişlere mi dikkatini yoğunlaştırmış durumdadır? Bu sorunun cevabı hayati derecede önemli.

Başbakan, parti kongresi için İstanbul’un en büyük stadyumunu hıncahınç dolduran partililerin sevgi ve desteğinden haklı olarak güç alırken, partili ve partizan olmayan sıradan kanaat sahiplerini ciddiye almayı ihmâl etmemelidir. Dünyanın her yerine partileri, partililer değil, nehrin kenarında durumu seyreden insanlar iktidara getirir ve orada tutarlar.

Gidişat, ciddi bir ikazı gerekli kılıyor; zira bu yolun ucunda sıkıntı görünüyor.


Kaynak (Arşiv)