İçimizdeki "şah"ı nasıl vatandaş kılacağız?
Her hükümet kuruluşunda basında böyle manşetler görürüz: "Saltanata son!" Ardından hükümet kamu kuruluşlarına sert genelgeler gönderir: "Lüks otomobiller kullanılmayacak, yenisi alınmayacak, mefruşata para harcanmayacak." Ardından teferruata geçilir: "Resmi kağıt israfına son verilsin, yüksek bürokratlar telefon görüşmelerinde tasarrufa riayet edilsin, atık kağıtlar SEKA'ya gönderilsin, memurlar tebrik giderlerini kendi cebinden karşılasın, fuzuli yere lamba yakılmasın."
"Saltanata son!" klişesi yine manşetlerde; mefhumun muhalifinden hareketle düne kadar "saltanat içgüdüsü"nün her kademede at koşturduğu ortaya çıkıyor. "İyi de, biz saltanatı 1922'de kaldırmamış mıydık?" demezler mi adama? Osmanlı siyasi varlığının "saltanat" imajıyla özdeşleşmesi, aslında bir tarihi bakış kaymasıdır. Bu bakış çarpıklığı, belki hala tarih derslerinde okutulmakta olan o meşhur cümlenin kaynağını teşkil eder: "Rivayete" göre son Osmanlı padişahı, işgal kuvvetlerine hitaben şöyle yalvarmıştı: "Tek tacıma tahtıma dokunmayın da nereyi işgal ederseniz edin!" Biz Cumhuriyet nesilleri, Osmanlı ile birlikte "saltanat"ın da tarihe karıştığına ciddiyetle inanmıştık. Sanki Cumhuriyet'e geçmekle yüksek kamu görevlileri ıslah-ı nefs etmiş, tabiatlarını değiştirmiş ve fıtratlarını tevazuya çevirmişlerdi. Artık kamu hayatından "saraylar, altın püsküllü tahtlar, gümüş koşumlu saltanat arabaları ve kayıkları" ebediyyen çekilip gitmiş, yerine sade, medeni, alçak gönüllü; ama temiz ve zevkli bir hükümranlık üslubu gelmişti.
Hala vaktiyle kelimelerin canına okumanın ceremesini ödüyoruz; "saltanat" yerine "debdebe" veya "lüks" kavramları tercih edilse problem daha kolay anlaşılabilir hale gelecek. Eğer manşetlerdeki klişeyle "debdebeye son" anlamı murad ediliyorsa -eğri oturup doğru konuşalım-, devlet demek debdebe demektir. Devlet "güç"ün en katı surette yoğunlaştığı kurumdur; güç ise kendi lisanını konuşur ve bu lisanda alçak gönüllülük ifade eden kelimelere yer yoktur. Devletin itibarı, temsili, caydırıcılığı, kudreti, şevketi ve imajı söz konusu olduğunda tasarruf, tutumluluk, sadelik gibi kavramların lafı olmaz. İşin doğrusu vatandaş da devlet başkanına, başbakanına, komutanlarına orta halli yerli otomobilleri, sıradan devlet lojmanlarını layık görmez. Bir bakan, makamında ağırladığı bir misafiri köşe başındaki köfteciye götüremez. Devletin birliğini, istiklalini ve hükümranlığını temsil mevkiinde bulunanların aslında alçak gönüllü bir dekor içinde bulunmalarını kimse hoş görmez. Tüylerini parlatmak zamanı geldiğinde dünyanın her devleti, rejimi, fikriyatı ve bütçesi ne olursa olsun "üçe-beşe bakmadan" gerekli harcamayı yapar. Ne var ki devleti temsile görevli olmayan, bürokrasinin orta ve alt kademelerindeki kamu ajanlarının, "Peter prensibi" gereğince yetki, bütçe ve sorumluluklarını genişletmek için tabii bir eğilim içinde bulundukları da bir gerçektir. Bizdeki "saltanata son" temennisi; özellikle az gelişmiş ve devlet geleneğinden mahrum kamu düzenlerindeki debdebe eğilimlerine itiraz anlamını taşıyor.
Ülkemizde yıllardan beri başta KİT'ler olmak üzere, hiyerarşi zincirinde gevşeklik bulan her mevki sahibi, gözünü kırpmadan devlet bütçesini bir "sultan" gibi tasarruf etmeye kalkıştı. Bakanlar yerli otomobile binmeye mecbur tutulurken, genel müdürler milyarlarca liralık lüks ithal arabaları kullanmakta fütur göstermediler; evlerine musluk contası alırken kılı kırk yaranlar, "sosyal tesis"lerini tefriş ederken Karun gibi davranmakta beis görmediler. Taşrada görev yaptıklarını ileri sürerek "Bu kadarcık lüks hakkımız değil mi?" bahanesiyle tabii tüketim çizgilerini devlet kesesinden sanayi burjuvalarının seviyesine çıkaranlar, yakın çevrelerinde ne kadar fena bir izlenim bıraktıklarına aldırış bile etmediler; bu lüks harcama eğiliminin dizginlendiğini söylemek iyimserlik olur. Dört yıllığına iktidara gelen hükümetlerin tasarruf genelgesini bile ciddiye almayan, lükse alışmış bürokrat taifesi, üç ay vadeli hükümetin "saltanata son" ihtarına olsa olsa dudak ucuyla gülüp geçmiştir.
Uzun sözün kısası, "cumhuriyet"e terfi etmekle, nefislerimizde yaşanan saltanat içgüdüsünü iptal etmiş olmadık; her erkeğin gönlünde bir kral, her hanımın derununda bir kraliçe yatıyor. Kamu idaresinde ciddiyet, devamlılık ve adaleti hakim kılmadıkça bunca "sultan ve prenses"i hiçbir hükümet genelgesi "imla"ya getiremez.