Hüsn-i Hatt’ın “Messi”si!

Dün öğle saatlerinde Ayasofya Camii’nin önünde mûtad kalabalıktan daha sıradışı bir izdiham vardı. Yılankavi kıvrılışlarla uzayıp giden kuyruğu görünce ümitsizliğe kapıldım, “Dönüp gitmeli en iyisi” diye mırıldanırken kapıdaki güvenlik görevlisi delikanlıya, hüsn-i hat sergisi için ayrı bir giriş olup olmadığını sormak aklıma geldi.

Yokmuş lâkin lâf arasında sergiye Uğur Bey’in tavsiyesi üzerine geldiğimizi öğrenince hava değişiverdi. “Uğur Derman Hoca’dan mı bahsediyorsunuz?” sorusuna müsbet cevap alan delikanlı, “Yarabbi, bize hayırlı bir kapı aç” duasına mâsadak bir şekilde bize büyük kolaylık bahşetti. Böyle yerlerde istisnâi muamele görmeyi ne ister ne de münasip görürüm ama doğrusu ilâç gibi geldi. Allah o delikanlıdan razı olsun.

Sergi deyip geçiyorum; aslında “ananevi sanatlarımızda yılın en mühim hadisesi” demek daha doğru. Yıllardan beri çok uzaklardan ve dolaylı olarak görüp âşık olduğum ve neredeyse ezberlediğim çok ünlü levhaları bir arada görmek ne büyük saadet! İşte Ayasofya’nın kıbledeki büyük galerisinde, bir daha bir araya gelmesi galiba çok zor hat şâheserleri bir arada. Bilmemkaç gezegenin dünyaya göre aynı hizaya gelmesini andıran bir istisnâi durum.

-Daha önce bildiğin, tanıdığın levhaların bu defa kendisini görmekte ne lezzet olabilir ki, sorusuna daha önce hak verebilirdim ama artık aynı fikirde değilim; bizzat görmek gibisi yok. Yakın gözlükleri takıp da bu şâheserlerin yakınına kadar sokulup doğrudan görmenin başka bir lezzeti, ayrı bir heyecanı var. Kalem tereddüdlerine, iğne izlerine, asırların kavurduğu kağıtlardaki çatlama ve dökülmelere bu kadar yakın olmak, insanda sanki o büyük sanatkârların meslek sırrını dışardan seyretmek gibi garip bir zevk veriyor.

Serginin en sükseli eserleri, ilk bakışta, başta Sultan II. Mahmud olmak üzere III. Selim, III. Murad ve Abdülmecid Han’ın kendi elleriyle kaleme aldıkları levhalar gibi görünse de, meseleye biraz muttalî olanlar hemen fark ediyorlar ki, siyâsetin sultanları bu hüsn-i hat ziyâfetinde sanat kıymeti itibarıyla ancak atıştırmalık bir mevkîde duruyorlar; lâkin çok zarif nükte beliriyor; “hat sultanları”nın yanında “sultan hatları”nın orta hallice, mütevâzı edâsı bu meydânın bir başka pehlivanlık gerektirdiğini imâ ediyor. Bizim o nükteden almamız gereken hisse, hüsn-i hat eğitiminin dünün dünyasında “temel estetik değerler” dersi olarak sultanlardan bakkallara kadar kadri bilinen bir esas teşkil etmesidir.

Tâbiri hoş görünüz, nâçiz fikrimce serginin yıldızı Sâmi Efendi’ydi. Efendi’nin celî talik levhalarından birine mıhlanmış seyrederken yanıbaşımda bir gencin şöyle mırıldandığını duydum: “Bu adam, hüsn-i hatt’ın Messi’si yahu.” “Etrafında sergilenen diğer eserleri sıradanlaştırıyor, gölgede bırakıyor!” Böyle bir hüküm vermek, hüsn-i hattın insana kazandırması gereken derûnî denge ve tevâzûa sığmıyor aslında. Serginin maksadı, her biri kendi vâdisinde çığır açmış büyük sanatkârları –hâşâ!- yarıştırmak değil tabii ki; “Nedir?” derseniz şöyle veririm kendi cevabımı: “Artık sadece camekânlar ötesinden seyredebildiğimiz eski bir âlemin ve hayatın nirengilerini hissettirmek.”

Sözü Sâmi Efendi’nin hoş bir hâtırası ile bağlayalım: Daha hayatta iken kendi imzâsıyla bazı celî yazıların levhalanıp satıldığını duyan Sami Efendi, bu “kalpazanlık”ın Valide Hanı’nda bir Acem’in eseri olduğunu öğrenince gidip adamın kapısına dayanıyor. Acem, yeni bir “iş” üzerinde çalışmaktadır. “Mevlâna bu kimin yazısı?” diye soruyor. Adamcağız, “Sâmi”nin deyince, üstad dayanamıyor: “Vallahi ben yazmadım, billahi ben yazmadım.” Acem telâşla yerinden fırlayıp eline ayağına kapanıyor: “Efendim, affediniz, sizin olmayan yazıyı yazıp da, altına imzanızı atınca, halk kapış kapış alıyor ve ben de bu suretle çoluk çocuk geçindiriyorum.” Bir daha yapmamak kaydıyla adamı affediyor Sâmi Efendi.

Aklınızda olsun, bu müstesnâ serginin son günü 2 Mayıs.


Kaynak (Arşiv)