Hukuk krizi mi; hukuk adamı fıkdânı mı?
Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Tufan Algan'ın, "hukuka en uygun kararı vermeye, kamu vicdanını rahatlatan bir ortamı yaratmaya gayret edeceğiz" mealindeki beyanatını duyunca kulaklarıma inanamadım. Bugünlerde herkes alelâde şeyler için "inanılmaz" deyip duruyor; seksen kiloluk Sergen'in Chelsea'ye iki gol birden atması inanılmaz bir şey değildir meselâ; aynı maçta İlhan Mansız'ın aynı laubaliliği iki kere üst üste yaparak kendini attırması da inanılmaz bir şey sayılmaz ama inanılmaz olan işte böyle bir beyanatın verilebilmiş olmasıdır.
Adaleti temsil eden hanım sembolünü hatırlar mısınız; bir elinde terazi, diğerinde kılıç vardır. Tartacak ve hüküm verecek ama nasıl? Adalet timsalinin gözleri bağlanmıştır; eğer kararlarıyla kamu vicdanını rahatlatması gerekseydi gözlüğü bile olması lâzımdı. Halk arasında "adaletin gözü kördür" derler; aynı mealde, "Şeriat'ın kestiği parmak acımaz" diye bir söz daha vardır. Hepsi de adaletin tecellisi için yargı'nın "nasfet", yani "insaf, haklılık, doğruluk" gibi değerleri yükseltmesi gerektiğini, karar verilirken "kamu vicdanı" gibi "yenilirse yoğurt, içilirse ayran" kabilinden tartıya gelmez kriterleri görmezden gelmesi lüzumunu hatırlatan sözlerdir. Sadece halk tâbiri değil bunlar, hukukun evrensel kıstasları da aynı nükteyi işaretliyor.
Sehiv diyelim, dili sürçtü diyelim geçelim ama bu söz tekzib edilmedi; "yanlış anlaşıldım, ayak üstü konuşurken muradına aykırı şeyler söyledim" denilebilirdi, duymadık.
Hukukçu değilim ama bu hallerde danıştığım hukukçu dostlarım var; onlar da, ben de bu beyânın klasik bir "ihsâs"ı rey", yani hâkimin gördüğü dâvâ hakkında karardan önce lehte"aleyhte fikir beyan etmesi olduğu kanaatine vardık.
Yargıya intikal etmiş konular hakkında fikir beyan edilmemesi gibi bir prensip olacaktı yanlış hatırlamıyorsam; "yargının aleniliği" başka şey, görüşülmekte olan bir dâvânın tarafı olup da, hakimler
heyetinin fikrini etkilemek için lehte aleyhte fikir beyan etmek başka. Yalnız bu dâvâ başka, mağdurlar konuşuyor, dâvâcılar konuşuyor ama hâkim de konuşuyor; bu kadar da değil, bütün basın"yayın âlemi, meselenin siyasi boyutunu irdelemek bâbından fikir beyanında birbiriyle yarışıyor.
Meselenin çok daha mühim bir başka boyutu, Yüksek Seçim Kurulu'nun 3 Kasım seçimleri ile ilgili olarak kanunun kendisine verdiği görevde hizmet kusuru işlediği ihtimâlidir ve ihtimâl son derece ciddidir. Türkiye bir hukuk devleti; hukukun görevini ihmâl ettiği problemlerin yol açtığı zarar, bu hadisede görüleceği üzre çok tahrib edici olabiliyor. Hukuk devletinde elbette hukuk adamlarının ihmâli meselesi de gözden kaçırılmış değildir ama galiba yeni bir krize sebep olmamak için Adalet Bakanlığı, bu yola tevessül etmekten kaçınıyor.
Üst mahkemelerin kararlarında mükemmeliyet aramak hakkına sahibiz. Tuz dediğin tuz gibi olmalı.
Seçimlerin iptâli veya statükonun aynen devamı halinde ortaya çıkması muhakkak siyasi problemler bu yazının ana fikrini teşkil etmiyor; gönlüme bırakılsa seçim sonuçlarının aynen tasdikini isterim ama hiçbir "istikrar" endişesinin "hukuk devleti" kavramının yıpranmasından daha doğru olacağına da inanmıyorum.
Hukuk devletinin lüzumu üzerinde tartışmanın mânâsı yok ama "hukuk adamı" kavramının lâyıkınca tartışıldığını ve bu fikre yeterince ehemmiyet verildiğini söylemek o kadar kolay değil. Hukuk kendiliğinden işlemiyor; onu hukukçular işletiyor ve bu noktada hukuk adamının, "âkıl, metîn, hakîm, müstakim, fahîm ve fatin" gibi kadim nitelikler yanında, Batı'da değer gören şekliyle "Hukuk nosyon ve formasyonu"na mâlik kişi olması gerektiğini tekrara hâcet yoktur ve bu mesele siyasi geleceğimizi tek başına tâyin edecek kadar önemlidir.
Keşke Adalet Bakanlığı rutin dertlerin üstüne çıkıp da şu âcil ve derin meseleyi masaya yatıracak zihin selâmetini bir an önce bulabilse...