Hoş ve boş iki tasarı
Otopark vergisi dedikodularını fantezi zannediyordum; gerçekmiş; saati 2, günlük park 7 lira. Orta halli araba sahibi aile bütçelerine ayda 200 lira vergi vergi salmak, kağıt üstünde zekâvet eseri gibi görünüyor ama değil elbette.
Dünyanın en pahalı akaryakıtını biz tüketiyoruz, otomobil satın alırken ödenen vergilerin eşi benzeri yok. Daha bunun yıllık vergisi var, sigorta-kasko bedeli var. Otomobilli memurlar hafta sonu binebiliyordu arabalarına; şimdi otomobiller durduğu yerde park vergisine tâbi olacaklar.
Zannetmem ama bu tasarı kanunlaşsa bile yürümez; çünkü şehirlerin otopark ihtiyacına göre yönlendirilmiş altyapısı yok. Yeni inşaatlara otopark mecburiyeti getiren uygulama çoktandır kevgir halinde zaten. Tasarı, insan-şehir ve otomobil ilişkisine sağlıklı bir çözüm getirmek maksadını da gütmüyor görünüşe göre; maliyeci tabiriyle "kucaktaki kaz"ın daha çok yolunmasını öngören bir cin fikirlilik. Mucidini tebrik etmek lazım; dedikodusu bile hükümeti bu derece sevimsiz gösterdiğine göre tahakkuku halinde muhalefet partileri bir araya gelip tasarı sahibine ödül verseler sezâdır.
Avrupa'da benzeri varmış; var ama o şehirlerdeki altyapı bizde yok; Avrupa'da imar planlarını kimlerin yaptığına, belediye meclislerine kimlerin üye olduğuna, inşaatları ve iskân ruhsatlarını kimlerin denetlediğine dikkat edilmiş midir? İstanbul'u, Ankara'yı, İzmir'i düşününüz; kaç otomobil sahibinin özel veya kollektif otoparktan istifade imkânı var; yüzde kaçtır? Büyük çoğunluğun fiilen yolları otopark gibi kullanmaktan başka çaresi yok. Kaldı ki yevmiye 7 lira ödeyen herkesin park derdinden halâs olma ihtimali de pek zayıf.
Neticesi kaostur ve mûcidinin başını ağrıtmaktan başka işe yaramaz.
Bir başka kanun tasarısı ise Türkçeyi korumak adına hazırlanmış olup günlerden beri posta kutularını Çin işkencesine tâbi tutmakta. "Fransızlar bile çıkardı; biz niye yapmıyoruz" mantığından tipik izler taşıyan bu tasarı ilginç hükümler ihtiva ediyor. Meselâ tasarının ilk maddesi "resmi" kurumların ille de Türkçe isim taşıması gerektiğini öngörüyor! İkinci madde ticari ürün isimlerine Türkçe isim mecburiyeti getirirken, "tipik ürün adları ve çok geniş kitle tarafından tanınan yabancı marka adlarına" bol keseden istisna bahşetmekte. "Tipik ürün" kavramının içini kim dolduracak; zabıta mı? Üçüncü maddede ürünle birlikte verilen tanıtıcı broşürlerin Türkçe yazılmasını şart koşarken, "Yabancı bir kelime veya deyimin Türkçe karşılığı varsa, bunun kullanılması zorunludur" hükmünü getiriyor! Beşinci maddenin "Türkçesi" çok dikkat çekici; aynen şöyle, "Yabancı dillerde verilen yerli ürün ve işyeri isimleri 6 ay içinde Türkçeye çevrilir"; ("verilmek" fiilinin bu tarzda kullanılışına ilk defa rastladım). 6. madde daha hoş; biri Türkçe olmak üzere en az iki veya daha çok dille yazılan ibare ve ilanlardaki Türkçe metin, yabancı dildeki metin kadar kolay okunur, dinlenir ve anlaşılır olmalıymış. Mukayeseyi hâkimler mi yapacak, filoloji mezunları mı? 8. madde "yazışma ve görüşme"lerdeki Türkçe dozajını ayarlamakta. Yazışmayı anladık; görüşmeye nasıl Türkçe ayar verilir diye merak edenler, metni bulup okumalılar; benim yerim bitti çünkü.
Sadede geliyoruz; Türkçeyi kanunla korumak fikrini garip buluyorum; ikinci ve en mühimi, Türkçenin korunması için hazırlanan bir kanun tasarısında Türkçe tasarrufuna gösterilen itinasızlık ki ciddiye alıp tek tek teşrih etsem buralara sığmaz. Üçüncüsü daha garip bir meseledir. Diyelim ki adamın biri "John" kanepeleri diye bir ürün sürdü piyasaya; kanun çıktıktan sonra kanepenin adını "Cemil" yapsa kanunun hükmü yerine gelmiş olacak mı? Hangi kanundur ki Türkçe kelimelerin ne kadar Türkçe olduğuna hüküm verebilsin?
Abes işler bunlar; üstelik "abes" Türkçe bile değil!