Hoca kızacak ama…
Böyle tâli konuları derd edinip tartışmanın kime ne faydası olur bilmem; zannımca “A, bu da mı oldu?” türünden şaşkınlıkla karşıladığımız nice hadise, işte böyle tâli konulardaki nemelâzımcılıktan doğuyor, dallanıp yeşererek kökleşiyor, genel kabul haline geliyor ve tashihi mümkün olmuyor.
İlber Hocamız, İstanbul’un fethiyle ilgili yanlışları düzeltirken -zannımca hayli zamandan beridir konuşarak fikir belirtme alışkanlığının eseriyle- tashihe muhtaç görünen bir cümle kurmuş. Diyor ki, “Fatih tüm zamanların en entelektüel mareşali ve döneminin de en bilgin hükümdarıdır.”
Aynı cümleyi başkası kursa muhtemelen Hoca, kendine has te’dip ifadeleriyle cahillikten başlayıp had bilmezliğe kadar uzanan bir fırça ıskalasından beğendiğini seçerek demediğini bırakmazdı. Konuşurken anafikri desteklemek için böyle mübalağalı benzetmelerde bulunmanın su götürür bir tarafı vardır, lakin gazetede yayınlandıktan bir süre sonra kitap haline getirilip, okuyucular nezdinde ‘en kat’i tarihî delil ve hüküm’ pâyesiyle kutsandığı için çok eski talebesi olmanın verdiği bir nevi cahil cesaretiyle bazı itirazlarda bulunmak isterim.
Fatih ne entelektüeldi, ne de mareşal. “Ama burada bir benzetme yapıyoruz evlâdım; okuyanların dikkatini çekmek için bütün zamanları kapsayan bir istiare (eğretileme) yaparken sen tutup cımbızla iki kelimeyi çekiyor ve mıy mıy yapıyorsun; olmaz ki ama, ne kadar cahilsin!” diye celâlleneceğini tahmin ederim. Sağlık olsun. O ihtimâli peşinen kabul ediyorum.
Fatih entelektüel değildi elbette; döneminin bilgisine ve neşriyatına kısmen hâkim, birkaç dil bilen istisnai nitelikte bir padişahtı. Kaldı ki Avnî divanındaki meşhur gazelinin birkaç beyti, onun entelektüel değil fakat sıkı bir dindar olduğuna hüccettir. Okuyalım yeniden: “İmtisâl-i câhidu-fillah olubdur niyettim / Din-i İslâm’ın mücarred gayretidir gayretim; Enbiya ve evliyâya istinâdım var benim / Lutf-i Hak’dandır hemen ümmid-i feth-i nusretim.” “Hem dindar hem de entelektüel olunmaz mı yahu?” tartışmaları için yerim müsait değil. Fatih, şüphesiz şimdiki zaman tabiriyle bir ‘aydın’dı. Entelektüel başka bir şey!
Zamâne tabiri demişken Mareşal nitelemesine de değinelim. Fatih’in askerî dehâsını sıfatlandırırken mareşal kavramına müracaat edilmese de olurdu. Bu tâbir bizde 1826’dan beri “Askerlik fenninin şâhikasına çıkmış büyük kumandan” mânâsında pek itibar görse de batı dillerinde kelimenin kökeni pek de öyle âhım-şâhım bir şeye tekaabül etmiyor. “Büyük asker, dehâ çapında stratejistti” demek kâfi değil miydi? Kaldı ki stratejist kavramının da suyunu hayli ‘derin’ bir şekilde çıkarmış bulunmaktayız!
Bu küçük itiraz dışında Hoca’nın İstanbul ve Fetih hakkında söylediklerine aynen katılırım. Hele hele, “Ayasofya’nın 1934’de müze olması müthiş bir fikirdir. Medeniyete bir hediyemizdir.” tesbiti, “İlle de cami yapacağız; minarelerinden gürül gürül ezan okuyacağız!” terânelerinin yüksek perdeden müşteri bulduğu şu demde, bir ‘entelektüel’e yaraşır evsafta cesur ve medenî bir cümledir. Ayasofya an itibariyle dünya kültür mirasının en nadide eserlerinden biri olarak fetih gününden bugüne kadar Osmanlılar tarafından aziz bir hâtıra olarak saygı ve himâye gördü, desteklendi ve asli hüviyetini kaybetmeden muhafaza edildi. Onun müze hâlinde muhafazası, Müslüman kuşakların Ayasofya’ya yaptığı katkıları da bütün görkemiyle âlem-i cihâna göstermektedir.
Her Ayasofya tartışmasında Efendimiz’in o güzer ve mânidar tembihini hatırlarım: “Yeryüzü bana mescid ve sebeb-i tahâret kılındı; bu itibarla ümmetimden namaz vaktine erişen herkes, bulunduğu yerde namaz kılsın.”
Şimdi birileri kızacak ama olsun: “Yerim dar!” diye bir bahâne yok arkadaşlar!