Hidâyet Bey’e mektup
Evvelâ selâm eder, hasretle kucaklarım sevgili Hidâyet Bey. Bugün itibariyle tutukluğunuzun dördüncü haftası doldu; dualarımız sizin şahsınızda bütün mazlumlarla beraber. Silivri’deki mecbûrî ikametiniz sizi tanıyan ve sevenler için hamdolsun bir zül vesilesi değil bilakis sebeb-i iftihar oldu; sizi ‘oraya koyan irâde’ye gelince, bu tutukluluk onlar için gün geçtikçe vicdanlarda gitgide ağırlaşan ağır bir vebâl durumunda.
Sizden iyilik ve yüksek moral haberleri geliyor, seviniyoruz. Bizlerden sual ederseniz, geçirmekte olduğunuz imtihanın bir cüzü de bizim omzumuzdadır. Dün dost, arkadaş ve omuzdaş olduğunu zannettiğimiz zevâtın günlük hakaret ve sataşmaları devam edip gidiyor; onlar hakkında sabır hakkımızı kullanıyor ve seslendikleri alçak irtifâya, sırf nazarlarımız kirlenmesin de bakmamayı tercih etmekteyiz.
Duydunuz elbette, Paris’te –kâğıt üstünde Müslüman oldukları ileri sürülen üç kişi- ortalığı kana buladı. Habercilik ahlakı söz konusu olunca mangalda kül bırakmayan pek çok kanalda infaz görüntüleri kare kare akıtılıp güyâ analiz edilerek gösterildi; her defasında sanki biz, hepimiz, bütün insanlık vurulmuş gibi olduk, kanımız dondu; hele yerde yatan yaralı polise –ki o dahi Müslüman imiş- ateş eden herifin o esnada tekbir getirmesi ile dünyamız sarsıldı. Dün cuma namazında –tesâdüf bu ya- sevgili Diyanetimiz, “Ezan özgürlüğün gür sedası” başlıklı bir hutbe irad ettirdi. Herhalde tekbirin suiistimalini kınayacak zannıyla kulak kesildim. Ne ses, ne bir nefes! Her vakitte altı kere tekrar ettiğimiz milyarlarca tekbir sedâsıdan ne anladığımız bir yana, bir kaatilin can almadan önce sırf propaganda olsun diye haykırdığı tek cümle, bütün dünyaya hâl-i pür-melâlimizin ilanıydı. Vallahi katilden daha ağır geldi, utandık.
Demek ki biz yanılmışız; herkes kendi namazını kılıyor, kendi Rabbine secde ediyor, kendine göre bir tevhid akîdesine baş eğiyormuş! Bu faslı uzatmayacağım, ‘aynı kıbleye secde etmek’ tâbirinin mânâsı kalmadı artık Hidâyet Bey. Vallahi sizi arslanlar gibi hapishaneye uğurlarken hiç üzülmemiştik fakat iletişim devriminin uğursuzluğu şudur ki, milyonlarca mü’minin hâlis niyet ve istikametini, tek bir uğursuzun şenaati tesirsiz kılabiliyor; çok acı çok... İslâm’dan hazetmediğini mertçe ifade edenlerle mücadele etmek meğer ne kadar kolay, her şeye rağmen ne kadar zahmetsizmiş! 28 Şubat’ta dine dahledip Müslüman’a gadredenlerin safı belliydi; vurdukları darbe sarsıyor ama acıtmıyordu; Müslüman’ın Müslüman’a husûmeti ise resmen iç kanamasına uğratıyor. Müslümanları büyük tahribata uğrattığı gibi ‘Din’in izzet ve temsilini de zayıflatıyor. Diyeceksiniz ki, “Birkaç kendini bilmezin dahliyle dinin izzeti sukut eder mi?” Haklısınız fakat sorarım: Her dinin tarihi, aynı zamanda o dinin inananları tarafından nasıl anlaşılıp uygulandığının da tarihi ise bu bizim İslâm tarihinden nasıl bir netice çıkarmak lâzımdır? Kısaca İslam tarihinin resmettiği Müslüman nasıl karakterdir?
Bu soruya benim bir cevabım var lâkin uluorta tekrarlamak canımı acıtıyor.
Canınızı sıkıyorum, neyleyim ki bunlar ‘hüzn-i umumi’ye dair şeyler. Muhalifi-muvafıkı ile hepimizin yüzünü karartan, canını acıtan işler. ‘Yok mu hiç gönül açıcı bir haber’ derseniz size güzel bir müjdem var; gazetemiz her pazartesi bir mizah dergisi yayınlamaya başlıyor inşallah. Birileri koştura koştura alayımızı terörist safına katmak için elinden geleni ardına koymazken kalem arkadaşlarımın, habercilerin, yazar ve çizerlerin sadece daha iyi gazetecilik yapmak için uğraşması sizi çok sevindirir diye düşündüm.
Samanyolu’ndaki gençlerin de selamı var; her hafta üst kattaki yemekhanede kurufasulye-pilav turşu üçlüsüne takılıp, sizden bahsediyorlar.
Çalışanların patronlarını bu kadar sevmesi nadir haldir; ne mutlu ki size çok seveniniz var Hidayet Bey.
Selam, sabır ve hayır üzerimize olsun.