Hiçbir lisan kendine tercüme edilemez
"The Mıh" diye bir başlık görünce şaşırıyorsunuz; kırk yıllık Kânî'nin fötr şapka ile mescide gelmesi gibi bir şey. The Mıh, Alev Alatlı'nın son romanı "Schrödinger'in Kedisi"nden bir bölüm başlığı.
Niçin "The Mıh" başlığının seçildiğini yazar bir yerde şöyle anlatıyor: "Bir Mıh bir nal kurtarır, bir nal bir at kurtarır, bir at bir atlı kurtarır, bir atlı bir zafer kurtarır, bir zafer bir ülke kurtarır". Sonra Kanal 7'de, o akşam neredeyse tamamımızı esir alan İskeleSancak programında Alev Alatlı bize "Mıh"dan ne anladığını anlattı uzun uzun; bazen bir mânidar sükût, bazen bir duruş, bir tebessüm, bir ihmâl, tasdik makamında bir baş sallayışı gibi küçük şeyler... Küçük şeyler, aynı Mıh gibi.
Roman parçalanmış bir Türkiye'de geçiyor; parçalanmışlık Türk aydınının modern zamanlar kâbusu, hadım edilme kompleksi âdeta. Niçin parçalanmışız? Parçalanma sebebimiz müştereklerin anlamını ve geçerliğini kaybetmesi; hayır, etnik esasa dayalı bir parçalanma değil bu anlatılan; bir yırtılma, bir kopuş ve sökülüş değil, romancının tâbiriyle bir "ayrışma". Birbirini anlamakta güçlük çeken, ortak sembol, değer ve kavramlarını kaybeden, menfaat beraberliği anlamsız hâle gelen unsurların birbirinden ayrılması. Bu vakıayı öğrenir öğrenmez gaflet ânında böğrüne tekme yemiş birinin geçirdiği travmayı andırır bir ızdırapla okumayı sürdürüyorsunuz. Bir kâbusu önceden sezmenin, korkulu bir rüyâdan uyanmanın ferahlığını bile hissedemeden "sahi, bunları yaptık, şu akılsızlığı hep birlikte alkışladık" türünden iç ezikliği ile sürüp gidiyor sayfalar.
Celbedilmiş afazi ve bir itiraz!
"Mıh"ların birbiri ardısıra, itinasızca, savrukça elden ve gözden çıkarılmasıyla azar azar kağşayan yapının dağılması mukadder. Alev Alatlı bu sürecin neticede Türkiye'de yaşayanları afazik topluluklar haline getirdiğini öne sürüyor.
Konuşma ve haber iletebilme, gelen bir haberi anlayabilme ve ona cevap verme kabiliyetini dumura uğratan bir beyin illeti "afazi". Beyinde, kelimelerin anlamını hıfzeden kısmın boşalması. Romanda "celbedilmiş afazi" kavramına yer verilmesi daha dikkat çekici. "Celbedilmiş afazi" tabii ama istisnâi bir arıza olan afazinin bu defa sun'i bir gayretle çoğaltılması ve kitleler üzerinde yaygınlaştırılması hâli. Kim nasıl celbediyor bu pek belli değil ama niçin celbedildiği açık; bir uyurgezerler toplumu inşâ etmek için.
Muhâli konuşuyoruz; birileri çıkıp, "özlediğimiz toplumu inşâ edemedik; cahil halk kendisi için neyin iyi olduğunu bizden iyi bilirmiş gibi direndi; o halde afazi yoluyla beyinlerini boşaltalım da köle cesetleri gibi dolaşsınlar" şeklinde düşünmüş olabilirler mi? Mümkün! Kavramların gün aşırı karşılık değiştirmesinin daha şimdiden afazik marazlara yol açtığı gerçek. Sabah gazetesinden Nuriye Akman'a verdiği mülakatta şöyle diyor Alev Alatlı: "Ben Türkiye toplumunun çok büyük bir bölümünün bu durumda olduğunu düşünüyorum. Hepimiz birden beyin travması geçirmedik hayır ama bizim kortikal lisan alanlarımız boşaldı. Bu nedenledir ki, ortak dilimizi kaybettik. Bunun böyle devam etmesinin sonucu, ülkenin ayrışmasıdır." Afaziye mâruz bir toplumu yönetmek problem teşkil etmiyor, siyâsî olmaktan çok vicdânî bir mesele!
Alatlı romanın bir yerinde dil devriminin celbedilmiş afaziye giden yolda bir dahli olup olmadığını tartışıyor ve katılmadığım bir hükümle meseleyi geçiştiriyor: Nuriye Akman soruyor:
"Buna neden olan dil devrimi olabilir mi?"
"Keşke mesele o kadarla kalsaydı. Dil devriminin düşünce melekesine büyük hasar verdiği bir gerçek. Ama sonuçta, özTürkçe denilen tertibi Osmanlıca denilen tertibe tercüme eder, yolumuza devam ederdik. Buradaki esas mesele birbirlerini reddeden kainat ve dünya görüşlerinin yol açtığı karmaşadır."
Sanki bir Mıh, sallanan, kopmak üzere olan bir Mıh. Alatlı'nın bütün roman boyunca o kadar önemsediği "Mıh", uydurmaca ile "Osmanlıca" arasındaki bütün mesafenin tercüme yapılarak aşılabileceği, ama meselenin aslında bir tercüme meselesinden daha vahim ve derin olduğu yolundaki ima ile sallanmaya başlıyor.
Afazi insan zihninde "hayat" kelimesinin sâbit, mânâ sahnı iyice tahdid edilmiş bir karşılığa sahip olmaması demek. Hastada "hayat" kavramı yok çünkü dünya görgüsünde hayata tekabül eden yer, mütemadiyen yer değiştirdiği ve sistematik olarak iğfâle uğradığı için boş kalıyor. Alev Alatlı'nın haklı olarak ürktüğü tablo bu. Hayat yerine "yaşam" kelimesinin ikame edilmiş olması büyük bir mahzur teşkil etmiyor yazara göre. Yaşam, "hayat"ın yerine bir kere ikame edilip, onun fonksiyonlarını yerine getirmeye başladığında problem büyük nisbette aşılmış oluyor.
Bir lisânı, yine kendine tercüme etmek ne demek? Alev Alatlı, kesif zihnî faaliyet içinde romanına kapandığı esnada belki de bu mühim ayrıntıyı ıskaladı.
Bugün "celbedilmiş afazi"ye doğru seyreden bir kollektif marazın sathı mailinde isek bunda tam da XX. Yüzyıl ortalarında asırlardan beri konuştuğumuz, düşündüğümüz, şiir söylediğimiz ve "haberdar" olduğumuz lisânın sûretâ "millî" kılıklı bir endişe eseriyle hepten bir başka lisan haline konulmak niyetinin vebâli var. Hayat eşittir yaşam denilmekle, lisan bütünlüğü içinde "hayat"ın bütün müştakları karşılanamıyor.
Türkçe ve Kur'an arasındaki o ünsiyet
"Türkçe'nin Kur'ânî Belkemiği" başlıklı bir yazıda meselenin görünmeyen yüzünü izaha çalıştığımı hatırlıyorum; özetle şu mantığı takib etmiştim: Galâtı meşhûr eseri "Osmanlıca" ismini verdiğimiz Türkçe'nin tarihi ekseni, temel kavramlarını Kur'an'da gramatik yapısı ve anlamı korunmuş kilit kelimelere istinad ettirmekteydi ve bunlar "beyn'elİslâm" râyice sahip, anlamca iyice berkitilmiş kavramlardı. Osmanlıca bu kilit kavramlardan veya sülâsî mücerred köklerinden ihtiyâca uygun onlarca kelime üretmek yoluyla zenginleştirilmiş ve böylece ilime, diplomasiye, edebiyata, şiire, tefekküre ve haberleşmeye büyük imkânlar bahşeden kendinden emin bir lisân inşâ olunmuştu. Böyle bir lisân inşâsında Kur'an, mânânın tahrifine müsamaha etmeyen bir kaamus olarak da vazife görüyordu ve anlamını Kur'an'a yaslayan temel kavramlarla bu lisânı konuşan toplumlar İslâm kültürü ile doğrudan temas etmek imkânı buluyorlardı. Mânâ derinleştirildikçe lisan zenginleşiyor, lisan fetholundukça İslâm kültürünün derin tabakaları açılıyor ve böylece lisan, şuuru tahkim ediyordu. Dil devrimi ile biz Türkçe'yi millileştirmedik; iptidaileştirdik ve onun Kur'ânî müştereklerini berhevâ ettik. Esasen Sayın Alatlı yukardaki alıntının son cümlesinde bu nükteden haberdar olduğunu telâffuz ediyor: "Buradaki esas mesele birbirlerini reddeden kainat ve dünya görüşlerinin yol açtığı karmaşadır"; işte meselenin püf noktası burada! Esas itibariyle isâbetli bir fikir, bana göre yanlış benzetme ve delillerle âlîl bırakılıyor.
Sadece bir "Mıh" değil, zafer kaybettik biz!
Türkçe, bu hesaba göre sadece bir "Mıh" değil zaferin ta kendisiydi; Kuşdiline çevrilmiş Türkçe'nin yüksek derecesi mevcut değildir bugün; onunla behîmî imâlar teşkil edip iptidâi seviyede "aganigi naganigi" sesleriyle mesaj iletebilirsiniz ama bu dilin imkânları ile (Osmanlıca'dan istimdâd etmeden) ecnebî dille yazılmış ciddî bir makaleyi Türkçe'ye tercüme edemezsiniz; tabii ortalıkta dolaşan tercüme leşlerini tercümeden sayıyorsanız başka!
Alev Alatlı dikkatle okunmaya, üzerinde teemmül edilmeye ve ciddiye alınmaya lâyık bir eser ortaya koydu; elleri dert görmesin!