Hicap ve iftihar arasında

Lefter'i yeşil sahalarda değil kenarında seyrettim; "Yeşil saha" sözün gelişi; sahalar betondan biraz gönüllüce topraktı ve Türk futbolunun büyük efsânesi Lefter, tıpkı selefi efsâne solaçık Vefâlı Hilmi Kiremitçi gibi Sivasspor'u çalıştırmak için tâ İstanbullardan, Büyükadalardan kalkıp Sivas'a gelmişti.

Lefter Küçükandonyadis ismi, ilkokul çağlarını yaşadığım 60'lı yılların ilk yarısında saygıdeğer bir isimdi ve sokak aralarında uyduruk naylon ayakkabı ve buruşturulmuş kraft kâğıdından topla küçük çapta futbol kariyeri yapmaya başlayan bizim gibi çocuklar arasında bile saygı uyandırıyordu. Sizin şahsen hangi takımı tuttuğunuz pek de önemli değildi; Lefter büyük futbolcuydu, düzgün bir karakterdi.

Şaşılacak şeydir; çocukken hayli zaman Lefter'i, Osman, Ahmet, Mehmet gibi Türk ismi zannetmiştim; "Küçükandonyadis" soyadını farkedişim, belki de aramızdaki "Öteki" ile ilk temasım bu oldu. Rum'du ha! Evet, Rum'du ama üstelik Fenerbahçe ile aynîleşmiş bir marka-isim olmasına rağmen biz onu hâlâ çok seviyor ve saygı duyuyorduk. Futbol kültürünün mizaca kazandırdığı iyi hasletlerden biri de "Öteki" teorisini pratiğe çevirmekteki hızıdır.

Emeğe saygı, mesleğe saygı, rakibe saygı, ötekine saygı. Plağın tersine de göz atalım ama, içimizdeki ırkçı tabiatın canavarlaştığına yine aynı tribünlerde şahit olmuştum. 70'li yılların başlarında bir Tirespor maçında, Tireli siyahî oyuncunun topa her dokunduğunda "Arap Arap Arap!" diye çok terbiyesiz tezahüratta bulunmaklığımız şimdi yüzümü kızartıyor.

Lefter, sahalarda hep sevgi ve saygı gördü ama futbol hayatının dışında onun da, ait olduğu azınlık cemaatinin diğer fertleri gibi ırkçı hınç kampanyalarından nasibi aldığını öğrendiğimde şaşırdım. Bir süre önce kendisiyle röportaj yapan Can Dündar'a, "Şu kamerayı kapat hele evlat" dedikten sonra 1942'de Millî Şef hükûmeti'nin koyduğu Varlık Vergisi rezâleti esnasında akrabalarının nelerle karşılaştığını şöyle anlatmış: "Babama da çok çektirdiler. O, yoksulluğu sayesinde sürgüne gitmekten kurtuldu, ama bütün akrabalarım Türkiye'yi terk etmek zorunda kaldı." Dündar diyor ki, "Asıl acı olan, Lefter gibi bir efsanenin, Varlık Vergisi faciasından 70 yıl sonra, 87 yaşındayken bile, bu kadarcık bir serzenişi kamera karşısında söyleyememesiydi."

Bunun nasıl bir şey olduğunu tasavvur edebiliyor musunuz?

70 yıldan beridir unutulmayan bu gönül yarası, bizim için 70 senelik hicaptır. Rahmetli Faik Ökte'nin, ancak 1951 yılında yayınlayabildiği "Varlık Vergisi Faciası" isimli kitap ise iftiharımız (Yeni baskısı yapılamaz mı acep bu değerli kaynağın?).

Aradan yıllar geçiyor, tek parti hükümetinin maliye bakanlığı eliyle dövüp soymaktan beter ettiğimiz azınlık cemaatlerine bu defa devrin kontrgerillası kancayı takmıştır: 6-7 Eylül 1955'de İstanbul'da yaşananlar, daha sonraki yıllarda gördüğümüz bütün kışkırtıcı eylemlerin ninesidir! O gün Lefter'in Büyükada'daki evini basan çapulcu takımının evi taşlayıp "Vurun şu gâvura" diye bağırabilmesi millî hicâbımızdır; hadiseyi duyan Fenerliler'in Kartal'dan motorla doluşup Ada'ya koşturarak Lefter'in evi önünde barikat kurması da millî iftiharımız. Keşke aynı yiğitliği ve civanmertliği, vaktiyle gadre uğrayan bütün gayrimüslimlerimize de gösterebilmiş olaydık!

Bu vesileyle olsun içimizdeki ırkçı ile yüzleşelim. Kapıkule'den her çıkışımızda "Öteki" olmanın nasıl bir şey olduğunu etinde-kemiğinde hisseden birileri olarak ruhumuzun derinliklerinde mırıldanıp duran vahşîyi imlâya getirip sigâya çekelim; bu toplumu, kendi ötekisi ile (Alevî, Rum, Dersimli, Ermeni, Kürt, Dindar, Ulusalcı) kavgaya tutuşturanların yüreği artık yağ bağlamasın.

Dünyayı değiştiremeyiz; kendimizi belki...


Kaynak (Arşiv)