Heykel heykel olsa

“Kültür merkezi önüne dikilen bronz taklidi plexiglass heykeli görünce şaşırdım. Önünden her gün en az iki kere geçtiğim bir yerdi burası, arkadaşlarla ‘galiba dün gece dikilmiş olmalı; iyi ama bu kadar aceleye getirilmesinin sebebi ne’ diye tartıştık. Heykelde yer alan ‘Kangal köpeği’ figürü üzerine lâtifeler yaptık, gülüştük.

Sazını bir isyan edâsı ile havaya kaldırmış eski giyimli koç bıyıklı adamın Pir Sultan Abdal olabileceğine dair fikir yürüttük. Şehir ahalisinden habersiz olarak ani bir kararla bu kadar tartışmaya açık bir heykel dikmenin mânâsı üzerine münakaşa ettik ve evlerimize dağıldık. Ertesi gün cuma idi ve biz haberi öğleden sonra üçbuçuk sularında duyduk.”

*

2 Temmuz 1993’te yaşanan uğursuz olayların bir gün öncesinden bahsediyorum. Şehrin en merkezî yerlerinden Kültür Sarayı önüne dikilen ve Kültür Bakanlığı tarafından yaptırılıp 1 Temmuz günü alelacele yerine konulan (öyle acele ki, kaidenin betonu bile donmamıştı henüz) ve görenlerin ilk bakışta Pir Sultan’a atfettiği bu heykel, olayların çıkışı ve gelişmesinde önemli bir paya sahipti. Protestocuların yaptığı gösterilerde kaidesinden sökülüp bilinmeyen bir yere nakledilen bu heykelin âkıbetini bilmiyorum fakat kaidesi üzerinde dikili kaldığı iki gün boyunca yapacağını yapmıştı zaten.

Lice’deki PKK’lı mezarlığına dikilen Mahsum Korkmaz heykeli etrafında kopan fırtına, beni 21 yıl geriye götürdü. O heykel de plexiglasstı ve nedense kimselerin haberi olmaksızın, gizlice dikilip Kültür Bakanlığı tarafından politik bir mesaj olarak oldu bittiye getirilmek istenmişti. Heykele yöneltilen protestoyu, esasında haklı bulmuyorum. Ne var ki heykel patırtısı orada kalmadı; gösteriler esnasında Kongre Müzesi’nin önünde elli yıldan beri dört sütun üzerinde duran Atatürk büstü de saldırıya uğrayıp yerinden sökülmüş ancak hemen koruma altına alınarak fitnenin büyümesi önlenmişti. Ertesi gün bu olay televizyonlarda “Büstün gözü oyuldu” başlığıyla duyurularak Cumhuriyet’e yönelik bir kalkışmanın delili sayıldı.

Lice’deki heykelin 8 ay önce diktirildiği anlaşılıyor ama hangi sanatçı tarafından yapıldığı ve kim tarafından sipariş edilip yerine konulduğu hâlâ aydınlanmadı. Birkaç gün sonra 2 Temmuz’daki ortaoyununu hatırlatan ve Atatürk heykellerine saldırıldığına dair haberler duymaya başladık. Van’ın Başkale ilçesinde gece yarısı bilinmeyen kişiler ilçe merkezindeki Atatürk heykeline ip bağlayıp çekerek yıkmaya kalkışırken polis müdahalesi neticesinde kaçtılar. Sözcü Gazetesi haberi tam sayfa duyurdu ve o alışıldık retoriğiyle sabırların zorlanmaması gerektiğini yazdı; buna mukabil zıt tepki Haberdiyarbakır adlı web sitesi yazarlarından birinden geldi. “Heykel meselesi ve yaşanan olaylar” başlıklı yazıda şu görüşlere yer veriliyor: “Şiddeti tasvip etmesem de Mustafa Kemal’in heykellerinin Kürdistan ve Türkiye genelinden kaldırılması, devlet dairelerindeki büstlerin ve fotoğrafların da bu kapsamda kaldırılması, ideolojiden arınmış bir devlet yapısı ve bu kapsamda yeni bir anayasa için herkese ve bu arada PKK’ye de destek vermeye hazırım.”

Havuz gazetelerinden biri fırsatı ganimet bilerek –gülünç görünmeye bile aldırmadan- olaya bodoslama daldı; buna göre heykeli “Paralel PKK” diktirmişti. Vesaire vesaire…

Ayrıntılara takılmayalım. Türkiye’de heykel meselesi, her zaman işe yarayan kışkırtma senaryolarından biri olarak hâlâ işe yarıyor. 2010 yılında bir heykeltıraş, Kars’ta bir tepeye 700 ton ağırlığında 30 metre yüksekliğinde bir “insanlık anıtı” yapınca yine ortalık karışmış, dönemin başbakanı Erdoğan anıtı “ucube”ye benzettiği için bir yıl sonra yapılanlar yıktırılmıştı. Bu arada, “Heykel nedir ki, bu kadar kolay kışkırtma mevzuu olabiliyor?” sualine etraflı ve çok boyutlu bir cevap bulmak isteyenlere, Aylin Tekiner’in kaleme aldığı çok faydalı bir araştırmayı tavsiye edebilirim: “Atatürk Heykelleri; Kült, Estetik, Siyaset” (İletişim, 2010).

*

Yukarıdaki soruya kısa bir cevap arayanlara şu kadarını söylemek mümkün: Heykel, onu bir yere diktiren irâde tarafından, “Buralarda benim hükmüm geçer, benim borum öter; işte egemenlik alâmeti olarak da bu heykeli buraya dikiyorum. Hodri meydan!” mânâsında bir meydan okuma göstergesi gibi görülüyor. İstanbul’un bazı parklarına konulmuş apolitik şair ve sanatçı heykelleri hariç tutulursa, heykel yoluyla egemen iradenin bir mülkiyet gösterisinde bulunma tavrı çok bârizdir. Heykel dikmenin zihnî arka planında ise hepimizin mâlumu bir olgu bulunuyor: Buna göre İslâm’da putperestliği ihyâ eder endişesiyle tasvir ve heykel benzeri plastik sanat ürünlerine hoş bakılmamaktadır. Egemen irade ise heykel yoluyla güyâ bu gerici önyargıları tedavi etmek istercesine dolaylı yoldan insanlara, “Sizin saçma-sapan hurafelerinize de metelik vermem” mesajı gönderir...

*

Bu satırların yazarı olarak heykel meselesinin neresinde durduğumu merak edebilirsiniz: Nokta-i nazarım bambaşka artık!

Elbette fabrikasyon usulle seri imâlatına geçilen ve işgüzar bürokratlar tarafından yurdun her meydanına, her resmî daire önüne, her okul bahçesine, bir nevi “olmazsa olmaz” hissiyle konulan Atatürk heykellerinin, bizatihi Atatürk’ün şahsî hatırasına bir nevi saygısızlık teşkil ettiği görüşündeyim. Saygısızlığın ilk boyutu, Atatürk heykellerinin “resmî kutsama” nesnesi haline getirilmesi kadar heykellerdeki genel estetik zaafiyetidir de. Heykeltıraşlar kusura bakmasınlar; birkaç istinai örnek hariç insanda hakikaten “bediî”, estetik bir zevk uyandıran bir Atatürk heykeli görmedim desem yeridir. Diğer taraftan muhafazakâr belediyelerin veya merkezî idarenin bazı parklara diktirdiği Fatih, Kanuni veya 16 Türk devletinin kurucusu vesaire gibi heykelli abidelerde de aynı zevksizliği müşahede ediyorum ve hiç şaşırmıyorum; zira bu ülkede sanat eğitimi muhafazakârla ve liberal solculara göre iki ayrı mecrâdan yürümüyor. Buna benzer bütün siparişler aynı sektöre yöneliyor ve heykeltıraşlık sektöründe iyi iş çıkaran isim sayısı ne yazık ki çok az.

Kısacası, “güzel heykel yaptınız da beğenmedik mi?” noktasındayım. Estetiği bütün değerlerin önüne koyarak bir nevi yarı-din kabul edenlerden değilim fakat heykel tartışmalarında ilk bakış açısının, “Bakalım bu eser sanat değeri taşıyor mu?” noktasından başlaması gerektiğini düşünüyorum.

Ve artık bunca kötü örnekten sonra kabul edelim ki Türkiye’de heykel sanatını finanse edenler (yani sipariş verenler) işin sanat değerinden ziyade siyasî ve ideolojik sembol değerine aldırış ediyorlar sadece. Böylece geriye şu hastalıklı tartışmalar kalıyor: “Ben bu heykeli buraya diktirmem”, “Karışamazsın, dilediğimi yaparım”, “Yapamazsın bu bir sanat eseridir”, “Tüküreyim böyle sanata!”, “İşte şimdi çok fena tahrik oldum”, “Ben senden daha çok tahrik oldum; al sana küüt”, “Vaay bana haa, al sana paat!”

Bu kadar basit mi olup bitenler diyeceksiniz; evet, bu kadar basit.


Kaynak (Arşiv)