Herkesin nefretini kazanan ütopya: İsrail
İsrail’in bir devlet olarak II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkmasında, bilimkurgu romanlarını veya çok eski zamanlardan kalma efsâneleri hatırlatan bir taraf var.
İsrail bir fantezinin ürünü; üstelik olmayacak bir fantezi, aklı yokuşa vuran, mantığa takla attıran bir fantezi; bir hayal mâmulâtı.
XX. yüzyılın en fantastik hadisesi, belki de Filistin’de bir İsrail Devleti’nin kurulmasıdır; bir nevi Disneyland’ı andırıyor İsrail. Siyonist Yahudiler’in hâfızalarında yaşattıkları bir hayâl ülkesinin, Filistin topraklarında canlandırılması; bir animasyon kurgusu...
Bir maket ülke; bir film stüdyosu...
Modern Türklerin gidip Orta Asya’nın Altay Dağları’nda, Ötüken ormanlarında eski Türk Kağanlığını yeniden ihyâ etmesi gibi bir şey.
Ne kadar gayret edilirse edilsin, bu devletin duvarları kartondan; binaların arkasında iki kalas ve üç-beş boyalı kontrplaktan başka bir şey yok. Orada yaşayanlar sahici insanlara benzemiyorlar; filmin yönetmeni elindeki megafonuyla “paydooos” diye seslendiğinde kostümlerini çıkarıp depoya teslim edecek, yüzlerindeki makyajı silip gerçek kimliklerine bürünecekler sanki.
Çünkü İsrail, iddia ettikleri gibi vadedilmiş bir hakkın teslim edilmesi, ketmedilmiş bir şerefin iadesi, bir mazlum milletin neticede binlerce yıldan sonra hak ettiği onur ve saadete erişmesi neviinden bir “Adl-i İlâhî” tecellisine benzemiyor. Kâğıt üstünde belki öyle takdim ediliyor fakat İsrail’in Filistin’deki varlığı, hastalıklı bir intikam şuurunun aynı derecede hastalıklı bir ifâdesini andırıyor.
Mevcudiyetini fitneye, şiddete, entrikaya ve mazlumların âhına medyun bir ülke İsrail. Onu ayakta tutan şey korkudur; korkunun kamçıladığı galîz bir insan tipinin şiddete ve katle dayalı enerjisini emerek ayakta durmaya çabalıyor.
Zorla oturtulduğu, tahakkümle oturup işgal ettiği topraklarda, bütün komşularına silah çekerek, bütün komşularından ölürcesine korkarak yaşıyor; buna yaşamak denirse! Komşuları dediğimiz, “amca çocuğu” mesâbesinde etnik hısımlarıdır. Etnolojik verilere göre İsrailoğulları ile Arap kavmi, “Sâmî” dil ailesinin farklı ağızlarını konuşmaktadır.
Peki, niçin XX. yüzyıl ortalarında Filistin üzerine bir İsrail devleti oturtan İngiltere ve ABD, sahi bile bile Ortadoğu’nun tam göbeğine hastalıklı, iltihaplı bir çentik açmışlardır? Maksat iki bin seneden beri yeryüzünün muhtelif bölgelerine savrulup duran Yahudi topluluklarına artık bir melce, bir yurt, hatta bir devlet temin etmek idiyse ABD ve Kanada’nın uçsuz bucaksız coğrafyasında daha emin, daha güvenlikli ve iklimi daha tabii bir yer bulmak işten sayılmazdı.
Hayır, Siyonistler herhangi bir yer değil, kendilerine “vadedilmiş” saydıkları Filistin’i özellikle talep ediyorlardı ve Batılı hükûmet ve finans çevrelerinde sağladıkları o müthiş lobi gücüyle bu isteklerinde direttiler. II. Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası’nın insanlık dışı katliamı da bu talebin psikolojik yatıştırıcısı olarak ustalıkla kullanıldı ve propaganda edildi.
Batı dünyası, Yahudilerin şahsında Siyonistlere karşı yüz kızartıcı sahnelerle dolu Yahudi aleyhtarı sicilini, Filistin’de bir İsrail devleti kurdurarak beceriksizce temizlemeye kalkıştı.
İsrail bugün İslam dünyasının ta ortasında, bütün Müslüman komşularını yerleştiği ilk günden beri tâciz ederek, düşmanca davranarak ayakta tutuluyor ama Müslümanların, tarih boyunca Yahudi topluluklarına en mâkul davranan bir inancın takipçileri olduğunu hatırlamıyorlar.
Bugün eğer bir İsrail- (Arap) İslâm çatışmasından söz edilebilirse, -ki açıktır-, bunu İsrail’in yöneticileri kendi elleriyle inşâ ettiler. 1948’de kendilerine hiç hak etmedikleri hâlde bahşiş verilen toprakları, komşuları aleyhine genişleterek gerçekleştirdiler. Komşuları aleyhine silahlanmayı ve güç kullanmayı siyasi aklın ilk lâzımesi saydılar. Komşularıyla (akrabalarıyla) iyi geçinmek yerine, onları insanlık tarihinin ikinci-üçüncü sınıf bir topluluğu yerine koyarak ürkütme, yıldırma, canından bezdirme ve ana yurtlarından kovma siyasetini üstün tuttular.
Dünyanın en garip, en çelişkili, en otoriter, en çok güvenlik paranoyası geçiren ve en vehham kamu otoritesini kurdular. Komşularının zaaf ve güçsüzlüğünü ustalıkla kullanarak ayakta durmaya çalışıyorlar fakat Batı dünyasının siyasi, psikolojik, mâli ve askerî desteği olmaksızın orada duramayacaklarını biliyorlar.
Berbat bir hayat yaşıyorlar; yoksul mahallesinin ortasına kurulmuş turistik bir tesisin yalıtılmış sahte güvenliği ve refahı içinde tatsız, gergin ve tek kelimeyle berbat bir hayat.
Komşuları İsrail’den nefret ediyor. Müslümanlar, -tarihlerinde Yahudi aleyhtarı bir gelenek bulunmamasına rağmen- İsrail’den nefret ediyor. Dünya kamuoyu İsrail’den nefret ediyor.
Ve en önemlisi artık çocuklar bile İsrail’den nefret ediyor.
Siyasetle, diplomasiyle, dünyada olup bitenlerle hiç ilgisi olmayan çocuklar bile artık tabii bir eğilimle, top oynamayı, çizgi film seyretmeyi, kızartılmış patates cipsi yemeyi sevdikleri gibi İsrail’den de nefret ediyorlar.
Milyonlarca Müslüman, daha önce yapmadıkları hâlde günde beş vakit çocuk katili İsrail askerlerine ve politikacılarına lânet ediyor.
Aslına bakılırsa İsrail’i kimse sevmiyor; tarihin mağduru iken bugünün zâlimi hâline gelişini muharref Tevrat’ın satırlarına bakarak doğru bulan bu sakat mantığı kimse alkışlamıyor.
İsrail, işte böyle umumi bir nefret’in muhatabıdır bugün.
İsrail, kendi akıllarına göre son derece güçlü teolojik varsayımlarla bir ölüm çarkıfeleği gibi etrafına ateş ve ölüm saçarak yolunu arıyor. Siyaseti “aklî siyaset” değildir, Yahudileri diğer milletlerden üstün ve efendi sayan, tahrife uğramış bir dinî edebiyattan beslenen bir siyasettir; bu siyaset insani ve vicdani boyutlardan mahrum olduğu için “ebter”dir; kendini devam ettirecek hayatiyeti yoktur; onun için yarını da yoktur.
İsrail’in profesyonel katilleri gibi düşünen ve davranan savaş lordları, işte bu yüzden birer ölüsevici, birer nekrofil kadar başarılı olmak şansına sahipler.
İlkokul çocukları, okul bahçesinin duvarlarına tebeşirle “Kahrolsun İsrail” yazıyorlar...
Ve bu, onlara öğretilmiş, tembih edilmiş bir şey değildir.