Hepimiz Tosun Paşa'nın torunlarıyız

"Tosun Paşa" nâmıyla mâruf iki film var Türk sinema tarihinde; ilkini 1939'da Muhsin Ertuğrul çekmiş. Metni, Nâzım Hikmet'e ait filmde Tosun adlı gayri meşru bir çocuğun çevresinde geçen olayların hikâyesini anlatıyormuş; bu filmi görmedim (gören var mıdır acep?) ama ikincisini görmemiş olanımız kalmamıştır herhalde.

1976'da Kartal Tibet'in yönettiği filmin senaryosunu Yavuz Turgul kaleme almıştı. Türk sinema tarihinin köşetaşlarından biridir bana göre bu film.

Nereden icab etti diyeceksiniz; arz ediyorum. Asıl adı Michel Lattas iken 1828 yılında tabiiyetinde bulunduğu Avusturya'dan firar ederek Osmanlı Devleti'ne sığınan bu Avusturyalı delikanlı, Müslüman olduktan sonra Ömer Lütfi ismini alıyor, "Silk-î askerî"ye intisab ediyor ve hızla yükselerek Bağdad valiliği, Irak ve Hicaz orduları başkumandanlığına kadar terfî ettikten sonra 1871'de dâr-ı bekaya göçüyor. Ardında bıraktığı 33 gayrimenkul, hayli sayıda çiftlik ve araziye milyonlarca dolar kıymet biçilen Ömer Lütfi Paşa'nın serveti, bugünlerde "Biz de Lütfi Paşamızın torunlarıyız" iddiasında bulunan iki sülale arasında dava konusu oldu. Milliyet gazetesinin haberine göre gerçek mirasçılar, mahkeme kararından sonra netleşecekmiş.

Öte yandan Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü yetkilileri, Osmanlı dönemindeki paşa isimlerinin zaman zaman usulsüzlük amacıyla kullanıldığını belirterek, bazı kişilerin de bu yöntemle vatandaşları dolandırdığını bildirmiş bulunmaktalar. Yetkililer, vatandaşları 'sahte paşa' torunlarına karşı uyarıyorlar!

Bayılıyorum böyle haberlere; hele hele yetkililerin "Sahte paşa torunlarına karşı uyanık olun" ikazı müthiş!

Efendim, sahte paşa olgusu deyip geçmeyelim; bugün Anadolu'da hangi ağacın dalına dokunsanız, "Efendim, biz aslen paşazâdeyiz, filan seyyidin soyundan geliyoruz; büyük dedem öyle zenginmiş ki, yaylada dolanan sürülerin sütünü yayladan aşağıya topraktan pişmiş künk borularla indirirlermiş!" diye tanîn eyler. Belki de bu yıllardan beri beynimize nakşedilen "Büyük millet, medeniyetler kurmuş toplum" edebiyatının yankısıdır ve halkımız da ister istemez şöyle düşünmektedir: "Madem biz büyük ve tarihte çığır açmış, cihana şan vermiş, çağ açıp çağ kapatmış bir milletin evladıyız; öyleyse niçin benim dedem düpedüz rençber, küçük esnaf veya memur; ben bilmiyorum ama kimbilir sülâlemde henüz bilmediğim nice asil ve zengin kişiler vardır, hattâ olmalıdır!"

"Herkes ağa, bey, paşa vesaire ise bu kadar ağaya paşaya kim marabalık etti; kim ufak tefek işleri gördü?" diye sormamalıyız; insanların hayâl kurma ve kendilerine şanlı bir geçmiş inşâ etmelerine pek ses çıkarmamalıyız.

Bu esnada bakınız aklıma ne geldi? Bundan on yıl kadar önce bizimkiler bir aile meclisinde iken yeni tanıştıkları bir aileyle hoş beş etmeye koyulmuşlar. Kendilerinin hayli asîl ve köklü bir aileden geldiklerini beyan buyuran misafirler, bizimkilere, "Siz kimlerdensiniz; size memleketinizde kimler derler?" diye çok önemli ve kritik bir sual tevcih edince, o tarihlerde ortaokula giden baldızımın büyük kızı, bu yersiz ve mânâsız asâlet ibrâzı karşısında dayanamamış,

-Bize memleketimizde Tellioğulları derler... deyivermiş. O günden beri "Biz Tellioğullarındanız ha!" lâtifesi bizde çok sık tekrar edilir, gülüşürüz.

Tellioğulları'nı tanıyorsunuz canım; meşhur Tosun Paşa filmine konu teşkil eden iki paşa sülâlesinden biri; ilki Seferoğulları, öteki Tellioğulları!

Biz Tellioğulları'ndan filan değiliz elbette. Delikanlıyken bu duruma üzülüyor olmalıyım ki annemi, "Bize kimler derler, şöyle asil, zengin, kahraman bir sülâlemiz yok mu?" diye sıkıştırırdım. Anacığım, "Yok oğlum" derdi, "dedenin biri Hamamcı Süleyman Ağa, öteki deden Bakkal Abdulaziz Efendi..."

Sonradan nüfus müdürlüğüne bir arkadaşım tayin olundu; gidip tâ Sultan Mahmud zamanından kalma nüfus kütük defterlerini çıkarttırdım; mahalle kaydı üzerinden bizimkileri buldum, kimi bakkal, kimi bezzaz, babam, dayılarım DDY'de işçi vb...

Anlayacağınız, bizim Tellioğulları sülâlesinde aidiyetimiz, pek hoş ve yerinde yapılmış bir espriden öteye gitmiyor fakat kabul etmeliyiz ki bu toplumun da bundan yüz sene, ikiyüz sene önce zengini, beyi, paşası, eşrafı, kalantoru, mütegallibesi vardı.

Ne oldu onca mal, mülk, tarla-tapan?

Bir kısmını biliyoruz: Osmanlı Türkiyesi'nde, İstanbul'daki padişahın dikkatini çekecek ölçüde servet biriktirebilenler (ki sayıları hiç bir zaman fazla olmamıştır; biz genellikle yoksul, daha doğru kanaatkâr bir topluluk olmuşuzdur. Acı ama gerçek!) servetlerini bir kazâya uğratmamak, ondan daha ziyade tâbi bulundukları gelenek doğrultusunda vakıf kurarlardı.

Bildiğiniz vakıf işte: Mülkiyeti tutulduğu halde akarı hayra vakfedilen gayrimenkullerin işletmesi. Bugün, mülkiyeti Vakıflar Genel Müdürlüğü bütçesi içinde görülen nice han, hamam, imaret, medrese, dükkân, tarla vaktiyle birer vakıftı.

Hâlâ vakıf olup olmadıkları konusunda ihtilâf vardır. Kısaca arzediyorum: Evvela Sultan Mahmud-ı Sâni, ardından Mustafa Kemal Paşamız, devletin kontrolü dışındaki vakıfların idaresini ve kontrolünü tedricen devlet himâyesine geçirdiler. Eskilerin ara sıra, "Bu çarşının yüzü olduğu gibi vakıf malıydı. Sonradan nasıl oldu şahsa, şuna-buna geçti geçti bilinmez!" diye hayıflandıklarını duymuş olmanız gerekir.

Şimdi Vakıfların mülkiyetindeki bütün gayrimenkuller ve tabii ki menkul değerler (yani para) halkındır, milletindir, daha doğru bir ifadeyle vaktiyle o malı hayra vakfeden kişilerindir. Bizler de, Karabudun Türkleri olarak, dolaylı da olsa bunca mal ve mülkün, dükkânın, han ve hamamın, tarla ve tapanın sahibi sayılırız efendim.

Başlıkta gördüğünüz, "Hepimiz Tosun Paşa'nın torunlarıyız" iddiası lâftan ibaret değildir; vakıf mallarında ne kadar mânevi ve tarihî hissemiz varsa, o kadar paşa torunuyuz.

Başımız dik gezelim; bilelim. Bizim de umur görmüş, servet ü sâmân sahibi ecdâdımız var.

Misâl: Tosun Paşa!


Kaynak (Arşiv)