HEP AYNI ŞARKI
Enine veya boyuna tam ortasından ikiye kesilmiş bir halı gördüğümde şaşırmıştım; öteki yarısı yanmış veya üzerine yağ mı dökülmüştü? Cevap, sorudan daha basitti: Mirasçılar âdil bir paylaşım yapamayınca biraz da işi inada bindirip ortadan ikiye kesivermişler.
Daha komik olanı, eski zaman tarzı bir ahşap konağın sırf inad için tam yarısından yıktırılmasıydı; yıkıma rıza gösterenler ya kardeştiler, ya akraba. Hâbil’le Kabil gibi. Onları ayıran sebep, onların sulbünden gelen öteki kardeşlerin niçin ayrı düştüklerini ima eder: İkisinden birinin takdimesi kabul edilmez, kardeşini öldürür ve “zarara uğrayanlardan olur”.
*
Bütün çağlar boyunca insanlığın en kapsamlı hikâyesini teşkil eden tarihe bir de böyle bakalım: Tarihçiler, tıpkı modern çağların gazetecileri gibi sadece kötü haberleri yazmak için sözbirliği mi etmişlerdir: Kıtlık, çatışma, cinayet, gerginlik, kutuplaşma, kardeş kavgası vesaire... Oysaki tarih boyunca olumlu, yapıcı, barışçı insanların yapıp ettikleri, oran itibarıyla çatışmacılardan daha fazla olmalıdır. Uzun barış dönemlerine biz insanlar kısaca “mutlu ve sıradan zamanlar” diyor ve bir tarafa kaydetmeye pek gerek duymuyoruz. Yazılmaya değer şeyler daima gerilim ve zıt durumlardan bahsetmelidir. Huzur romanının kahramanları bile hiç de huzurlu sayılmazlar; kişi ancak sevdiğine kavuşamadığında dilde kalan pasın adı aşk olur.
*
Gerilim iştah artırır, mutlu son insanları hoşnud eder.
Hikâye dinlemeden yapamayız; hoşlanmak için önce rahatsız olmamız gerekiyor; aksi takdirde hiçbir seyirci gerilim filmlerini seyretmek için üste para vermezdi, ama biliyor musunuz okumak veya seyretmekten bıkmadığımız ‘hikâye’ler bile neredeyse birbirinin tekrarından ibarettir. Bütün hikâye kalıpları, fark itibarıyla iki elin parmaklarını geçmez.
*
İdealistler, kafayı “Hep barış olsa ne iyi olurdu”ya takmışlardır, oradan ister istemez, “insanı kötü ve kavgacı kılan nedir”e gelinir. Ah o şahsî mülkiyet yok mu; zıvanadan çıkaran odur Âdemoğullarını... Mülkiyetin melâneti, küresel nezle gibi yayılır fakat küçük bir kabahati vardır: Âdem’in oğullarını zıvanadan çıkarıp asabileştiren sadece mülkiyet ilişkileri değildir. Biraz yenilgi gibi olacak, mis gibi teoriyi berbad ediverecek ama haset çok kere sebepsiz gelir; böyle verilendirilmişizdir; din adamları bu olguya kısaca fıtrat der geçerler.
*
“Kardeşlik iyidir, düşmanlık kötüdür” veya “Barış mı savaş mı?” şeklindeki yoklamalar safdilâne ve dokunaklıdır. Herkes iyiliği ve barışı savunur ideal planda fakat ideal olan nedir ki hayatın engebeleri karşısında? İstisnai, hatta imkânsız bir durum. Sair zamanlarda, yani hayatın yüzde 90’ında filan insanlar hayata tutunmak için rekabetçiliği, savunma hazırlıklarını, savaşkanlığı veya kısaca, “Kesilir fakat eğilmeye gelmez boyunum” faslından filozofik mütalaalardan asla vazgeçmeyeceklerdir.
*
Devâsı yok. Kabahat Habil’le Kabil’de de değil. Tarihteki ilk trajedi kahramanlarının şüphesiz bu iki kardeşti fakat babaları Hz. Âdem, o trajedinin tohumunu da barındıran ilk dramın temel karakteridir. Hâdise şöyle geçiyor: Allah, meleklere “Yeryüzünde bir halife yaratacağım” deyince melekler, “Orada bozgunculuk çıkaracak ve kanlar akıtacak birini mi var edeceksin!” demişler fakat İblis hariç hepsi itaat etmişti. Âdem ise İblis’in iğvâsına kapılarak kendisine dokunmaması tembih edilen ağaca yaklaşınca dram başladı:
-Cennetten yeryüzüne ‘indirildiler’
-Birbirlerine düşman oldular
-Ve yeryüzünde barınmak ve geçinmekle yükümlü kılındılar.
İnsan tabiatının (Fıtrat-Natura) verilendirilmesini, bu anlatım kadar net ve açık anlatan bilimsel bir izah yoktur. Dinler bunun için hâlâ insanların ilgisini çekiyor ve hep öyle olacak.
Bütün vakayinameler, şiirler, ağızdan kulağa emanet edilen şifâhi şeyler, hikâye ve destanlar, kitâbeler ve efsânelerin aynı noktada önceden sözleşmiş gibi aynı şeyi göstermesi tesadüf olamaz: Düşmanlık bizim yaratılışımızda var ama bize aksi tavsiye olunuyor. Ne kadar hayat gelip geçmişse, hepsi bu iki parantezin içinde işte.
*
Tabiatımız yerinde sayarken dekorlar değişiyor ve aynı hikâyenin içinde yaşamaktan hiç sıkılmıyoruz. Bizi, ‘oyun’u farketmekten alıkoyan, daima bir şeylerin düzeleceğine, daha iyi olacağına, sevenlerin er geç birbirine kavuşacağına, açların doyacağına, zâlimlerin cezasını bulacağına ve mazlumun âhının yerde kalmayacağına dair iyimserlik. Daha iyi bir dünya hepimizin ülküsü; herkesin daha iyi bir dünya için farklı reçeteleri, farklı tesbitleri olsa da iyimserlikte ortağız.
Hayır, günün birinde “iyiler” galebe etmeyecek, “kötülük” de kalıcı olmayacak. İnsanın verilendirilmiş fıtratını mutlak olarak iyileştirecek bir iksir veya bir fikir yok. Dünyanın tuzu dedikleri bu işte; herşeye rağmen nazarımızda hayatı yaşanmaya değer kılan da bu.
*
Tarih dediğimiz süreç, bizi yaratan irâde ile yarattığı insan arasında geçiyor; bazıları bunu insanla kader arasında geçen bir çatışma olarak da görüyorlar.
Ciltler dolusu tarih kitabına, arşivler dolusu tarihi malzemeye ve asla bitirilemeyecek tarih etüdlerine rağmen sonuç değişmiyor. Denizden alınan bir bardak suyun özellikleri, bütün denizlerin özelliklerini ne derece temsil ederse herbirimizin yaşadığı, gördüğü ve anladığı tarih kavrayışı da tarihin tamamına göre –ana hatları itibarıyla- aynı nitelikleri taşıyor. Küçük tesadüflerle ve farklı anlatımlarla her defasında farklı bir hikâyenin içinde yaşadığımızı zannetmemiz hayatın tuzu biberidir, baharatıdır.
Gelmiş geçmiş bütün kavimlerin tarihi birbirine benziyor; peygamberler ve yüksek ahlâka ulaşmış yüce ruhlar dışında bütün insanlar sıkıcı derecede birbirinin aynı. Habil’le Kabil her nesilde yeniden doğuyor, yeniden aynı çelişkiyi yaşıyor ve yeniden ölüyorlar.
Bu bir sır mı, değil! Kur’an-ı Kerîm’i bir de bu nazarla okursanız muhtemelen siz de hak vereceksiniz.