Heil!

Bu maç görüntüleri Türk siyasi tarihine geçecek. İlerde bu günleri anlatırken hocalar, öğrencilere maçın kasetini seyrettirip, “Burada dur, geri al, pilot kameraya geç, kare kare gidelim” diyerek tahlil edecekler.

Stadyum, tıpkı Türkiye! Halkın parasıyla yapılmış fakat beyfendinin çalımına bakılırsa kendi zekâtından –lütfen- ihsanda bulunmuş gibi bir ağalık, bir sehâvet edâlarında...

Tribünlerde ve sahada milli birlik ve beraberlik zirvede. Karşı taraf, yani hainler yok; stadda başka takım tutmak, muhalif lâf etmek kimin haddine? Emniyet, istihbarat ve adliye timleri (yani stad görevlileri) muhalif ve münafık paralellere göz açtırmazlar. Ya uslu uslu oturursun yerine, yoksa def olur gidersin...

Sahada iki takım var fakat rekabet? Hâşâ! Beyaz takım turuncu takıma, turuncular kendi santrforuna, o ise kendi hüsnüne hayran. Tipik bir ‘Tek parti’ fotoğrafı. Maç kuralları basit. Beleşçi santrfor mevkiindeki beyfendiyi mutlu etmekten başka kural yok. Top kimin ayağına gelirse, alakası olsun olmasın bir şekilde, gerekirse eliyle taşıyarak beyfendiye teslim eder. Beyfendiye eşlik eden savunmacının görevi hayli ağır ve nâzik: En az bir adım gerisinden saygıyla (korumalar gibi canım!) refakat etmek ve golü attırdıktan sonra dini bir vecd ile titreyerek “Bıravo efendim” diye hayranlık göstermek!

Kaleci, “Efendim taca atmayın kâfi; ben bir şeyler yapar, topu içeri alırım” gibi yüksek bir hukuk kavrayışı içinde. Nitekim Türkiye’de şike asla isbat edilememişti! Hakem, maç esnasında sanki ‘Beyfendi’den bir imzalı fotoğraf alabilir miyim?’ derdine düşmüş bir fan görüntüsünde. Stadyuma ve sahaya beyfendinin hukuku egemen. Devlet böyle olmalı işte...

Maçın hikâyesi ilginç: Başlarda, işbirlikçi takım (beyaz formalı, temsili düşman kuvvetleri!) birkaç gol atıyorsa da bunun tırışkadan bir holivut senaryosu olduğu hemen anlaşılıyor (Bkz. Darbe ve vesayet süreçlerinde beyefendinin çektikleri!) Skor üç oluncaya kadar sahada aylak aylak gezen Rocky Balboa şimdi kızmıştır; sorumluluklarını hatırlıyor ve içindeki şaheseri uyandırarak peş peşe üç gol atıp halkını zilletten kurtarıyor. Durum berabere ama yetmez. 3-0’dan maç döndüren kahramanlara bayılan seyirci, yani halkımızın % 54’ü sevinçten çılgına dönüyor. Beyfendi 12 nolu anlamlı formasıyla tenezzülen kollarını kaldırarak hayranlarını teskin ediyor. Zafer golünün penaltısını ise bizzat kullanmayıp amele kadrosundan birine attırarak kendi alicenaplığı üzerine müthiş bir vurgu yapıyor ve en uygun zamanda (Bkz. CB seçimleri) maçı romantik müzikler eşliğinde terk ediyor; alkışlar, alkışlar; spikerler hazin hazin ağlamakta. Fevkalade hissi, hamâsî bir an (Bkz. 1954’teki 3-1’lik Macaristan zaferimiz!..)

Maçta senaryoya uymayan tek tuhaf unsur, stadyuma adı verilip şövalyelik unvanıyla onurlandırılan fazlaca milli bir şahsiyetin, tiyatroyu anlamaması oluyor. Adam saha kenarında, sanki kendisini takan varmış gibi asabi teknik adam tripleri çekiyor. Beyfendi bu hallerini bir görse, “Kumpasa geldim, yanılmışım; bu herif paralelin gözüymüş” deyip adamcağızın ekmeğiyle oynar.

Beyfendinin takım arkadaşları, ‘Sevdiklerinizle haşrolunacaksınız’ hikmetinin ışığı altında insanda alabildiğine huşû ve derin ürpertiler uyandıran manidar bir terkiptir. Bütün sektörlerin en anlamlı temsilcileri orada; başkanın bütün adamları... Beyaz takımdan bahsetmeye gerek yok; figüranlar kahvesi asla boş kalmaz.

Basiretli olalım: Beyefendi, bu jübile maçıyla önümüzdeki günlerde kendi riyaseti altında nasıl bir Türkiye arzuladığını gösteriyor bize. Güvenilir, hijyenik, yeknesak ve iliğine kadar beyfendici bir kütle. Tarihi devamlılığı içinde bütün milletin liderde canlanmış hâli. Düşünmeniz gereksiz, o düşünür, çalışmanız gerekmez o rızkınızı yollar; o hikmetinden sual olunmaz. Zamanın ruhudur o, onun dediği hukuk olur. Güçlü, ulvî, kudsî insan...


Kaynak (Arşiv)