Heey dostum, padişah geliyor; okey?
Entelektüel olmanın ilk raconu, ahalinin yaptığı ve mûtad edindiği şeylerden uzak durmaktan geçiyor; bu minvâlde, "Hangi diziyi seyrediyorsunuz?" sorusunun klasik cevabı şöyledir:
-Dizi mi, ne dizisi; ben dizi seyretmem, çok bânâl!
Tabii bu esnada yüzünüzü kertenkele görmüş gibi buruşturmanız da şart!
Entellik gibi olmasın ama mahcubiyetle ifade ediyorum, ne yazık ki sıkı dizicilerden değilim. Televizyon âleminde estirdiği farklı rüzgâr sebebiyle Muhteşem Yüzyıl'ın ilk birkaç bölümüne göz atmışlığım var; açıkçası bizim hanım bölüm sektirmeden seyrediyor; ben de "Eş durumu"ndan ara sıra diziyi değil, seslerini dinlemek zorunda kalıyorum. Ne var ki TRT'nin yayınladığı, "Bir Zamanlar Osmanlı-Kıyam" adlı dizinin son iki bölümüne şöyle alıcı nazarıyla baktım.
Vallahi fena değil, hatta iyiye yaklaştığı anlar da olmuyor değil. Özellikle sanat yönetmenliği bakımından bu dizi, sinema ve dizi dünyamızın bazı mâkus talihsizliklerinin üstesinden gelecek gibi görünüyor.
Sanat yönetmenliği nedir? Bir filmde veya dizide görünen nesnelerin, modellerini, çeşitlerini, dokularından başlayarak renklerine, biçimlerinden başlayarak aldığı ışığın şiddetine ve tonuna kadar tek tek önceden düşünmek ve gerçekleştirmekle sorumlu kişidir. Bir tarihi filmde sanat yönetmeninin işi iki kere daha ağırlaşıyor, çünkü hem rutin görevini yapacak hem de canlandırılan dönemi çok iyi bilmek zorunda.
Meselâ, "insanlar nasıl yürürler" gibi pek önemsiz görünen bir ayrıntıdan bile sorumludur onlar. Muhteşem Yüzyıl dizisinde Sultan Süleyman'ın, "Destuur, Sultan Süleyman Han geliyor!" nidâsıyla diyelim ki, Divân'a veya Harem'e girdiği anlarda dikkatimi çekti; Kanuni'yi canlandıran sanatçımız, Amerikalı basketbolcuların maçtan önceki tanıtım faslında sahaya girdikleri esnada yaptıkları gibi atıyor adımlarını. Nasıl atmalıydı diye sorarsanız derim ki, basketbolcular gibi yayvan, gevşek ve hatta lâubâli adımlarla yürüyor olamaz kesinlikle; bunlar mehîb adamlar, yani mehâbetli, yani kendine mahsus bir heybet, şatafatla karışık bir celâdet, bir ağırlık...
Hani koca Sultan Süleyman, sanıyorsunuz ki o yayvan ve salınan yürüyüşten sonra neredeyse sadrazamla, vezirleriyle "Çaak" yapacak!
Anlıyorsunuz değil mi; konuşurken meselâ sultanî bir edâ ile konuşacak.
Başı açık gezmeyecek sonra... Osmanlı'da değil pâdişah, sokaktaki hamal bile başı açık gezmez, hatta gayrimüslim reâya bile. Serpuş, o devirlerin genel muaşereti. Tamam, başı açık gezmeyecek ama diyelim ki Belgrad ormanlarında at binerken başında o kocaman, saltanatlı kavuğu taşıdığı da düşünülemez. Sultan olduğu anlaşılsın diye adamcağıza her yerde incili, mercanlı kocaman kavuklar giydirmek komik oluyor.
Sanat yönetmeni böyle ayrıntılara dikkat edecek.
Lâkin biz ne görüyoruz; Sultan Süleyman'ın çalışma "Ofis"inde kocaman bir masa! Fesubhânallah! Masanın üstünde bir yerküre. Fesubhânallah! Sağda solda iskemleler! Fesubhânallah. İskemle, evvela Osmanlı saraylarına oradan vüzerâ konaklarına modernleşme devirlerinde girdi efendiler. Masa da öyle!
Yerküreyi oraya koydunuz, insanın gözü hemen yanıbaşında telefonu, masa lambasını filan da arıyor. Oldu olacak arkada bir de Atatürk resmi!
Aa, Atatürk resmi deyince aklıma geldi; onu da ihmâl etmemişler, Süleyman'ın ofisinde, çalışma masasının arkasında padişahın kavuklu resmi duruyordu bir aralar. Nasıl gülmüştüm!
Bir Zamanlar Osmanlı, bu bakımlardan daha ciddi çalışılmış bir film; ayrıntılar titizlikle gözetilmiş. Mekânlar ciddi bir emek ve işçiliğin eseri. Işıklar iyi. Dekoru çizenler derslerini iyi çalışmışlar, aferin. Aksesuarlarda ufak tefek eksiklik fazlalık farkediliyor ama bahse değmez.
Bir husus var ki, orada iki dizi adeta müsabaka halinde: Efendim, her iki dizide de haatun kişiler göğüs dekoltesi bakımından birbirleriyle müsabaka halindeler. Çoluk çocuk sanacak ki Osmanlı hanımları, neredeyse ciğerlerine kadar bağrı açık gezerlerdi. Hele bir valide sultan hazretleri var ki, çıkar Harem'den koy Oscar ödül töreninin bol dekolteli kırmızı halısına. Ne münasebet yahu? Harem'de bile ol derece "Göğüs degajesi" işitilmiş, kayda geçmiş rezilliklerden değildir elbette. Kezâ, -velev ki sadrazam olsun- isteyenin küüt diye Harem'e girivermesi de olacak işlerden değil.
Her iki dizinin yarıştığı bir başka ortak konu, dini hayatın anlamlı bir şekilde yok sayılması. Padişah bînamaz, sadrazam zaten gizli din taşıyan biri, ötekiler "Padişahın alnını secdede görmedik ki, biz de kılalım; neticede kuluz yahu" dümeninde vakitleri beşer beşer kırıp Deist ayaklarına yatmaktalar sanki!...
Anladık, her bölümde, sık sık ahaliye namaz kıldırmak, hatim indirtmek, zümrütlü zebercetli ibriklerden şakır şukur abdest aldırmak fazlaca gösterişe girer ama neticede bu adamlar Müslümandı erenler! Tarihi kayıtlarla sabittir; üstelik eni konu dindar insanlardı. Ne yani, herkesin sizler gibi dine karşı lâkayd olması mı gerekiyor?
Tarihi dizilere burun kıvırmak yanlısı değilim; bizde olduğu gibi, yaşadığı ve maruz kaldığı olumsuzlukları muhteşem bir mazi hayâline sığınarak telafi etmek isteyen toplumlara tarihi diziler aracılığı ile hayli eli-yüzü düzgün bir tarih tasavvuru kazandırmak mümkündür fakat hem masraf, hem emek hem de risk ister. Emek ve masraftan kaçınılmadığını gördük; yapımcılara para kazandıracağı anlaşılınca para ve emek bir araya gelebiliyor pekâlâ ama şu risk meselesine mim koyalım. Riskten kasdım, "Seyircimiz anlamaz, sıkılır, biraz sulandıralım; modern zamanları hatırlatan figürler koyalım" cinsinden kolaya kaçışlardır. Tam takım halinde bir yerlerden edinip seyrettiğim Roma, Tudorlar gibi sinema tadında ve kalitesinde tarihi dizileri görenler, haklı olarak "Bizde niye olmasın" düşüncesiyle daha iyi yapımlar bekliyorlar. Bir Zamanlar Osmanlı, bu açıdan ayrıca takdir edilmesi gereken bir çalışma gibi göründü bana; en azından dekorlar, mekânlar, aksesuarlar tarihi gerçekliğe hayli yaklaşmış ama yukarda bahsettiğim "risk" faktörü, daha kaliteli, daha zamana dayanıklı, hatta dünya pazarlarında satış imkânı olan yapımları zora sokuyor; yerli seyirciyle birlikte yakın doğu ülkelerine diziyi satabiliyor olmayı yeterli buluyorlar.
Acaba, diyelim ki Tudorlar tadında ve kalitesinde bir yerli dizi yapabilsek, gerçekten seyircimiz anlamaz, sıkılır ve ikinci bölümden sonra diziyi iflâs ettirir mi? Pek zannetmiyorum. Televizyon seyircisi tembel bir tüketici, kolaya çabucak rağbet ediyor ama iyi ve kaliteliyi görünce onun da hakkını teslim edecektir diye düşünüyorum.
Aslında bu yazı, Osmanlı evinin (ve elbette sarayının) mobilyasızlığı hakkında olacaktı, gevezeliğimden yer kalmadı. Kestirmeden mesajımızı verelim: Osmanlı evinin en büyük güzellik unsuru, fiziken küçük olmasına rağmen mobilyasızlık ve akıllıca iç mimarlık unsurları kullanılması yüzünden geniş ve ferah algılanmasıdır.
İnşallah bir başka hafta, mobilyasız ev düşüncesini açar, uzun uzun tafsil ederiz.