Haydi biz de "devlet sohbeti" yapalım

İlber Ortaylı’nın, "İstanbul’dan Sayfalar" isimli kitabında görünce altını çizmiştim: Vaktiyle modern haberleşme imkânlarının, ‘medya’nın ve bugünkü mânâsıyla kamuoyunun henüz oluşmadığı devirde, üç aşağı-beş yukarı aynı fonksiyonu yerine getiren İstanbul kıraathanelerinde siyasi işlerden bahis açanların lâkırdısına "devlet sohbeti" denirmiş. Bu kavramı tek başına herhangi bir yazının başlığında görsek, vaktiyle bu anlama gelmiş olabileceğini tahmin edemeyiz; tam tamına siyasi dedikodu.

Modern zamanlar, siyasi meselelerin sadece pâyitaht kıraathanelerinde -biraz da fısıltıyla ve alçak perdeden- konuşulan bir mevzu olmaktan çıkardı; ‘devlet sohbeti’ni, herkesin üstesinden gelebileceği bir seviyeye indirerek insanlara "yönetime katılabileceği" kanaatini telkin etti. Bugün sadece kahvelerde değil, hemen her yerde birkaç kişi bir araya geldiğinde "devlet sohbeti" yapabiliyor. Demokrasi’nin algılanış biçimi, insana böyle bir inanç telkin eder; başlangıç itibariyle herkes aynı çizgi hizasında sıralanmıştır, yönetime fiilen katılabilmek herkesin hakkı ve şansıdır. Devlet sohbetinin en ziyâde yapıldığı yerlerin başında ise gazete ve dergilerin köşe yazıları ile televizyon tartışmaları geliyor. Bu hak ve şansın insanları bir bakıma mutlu ettiğine şüphe yok ama mide asidi cinsinden bir ekşime ve burkuntu hâsıl ettiği de âşikâr. Siyaset konuştukça, "Ne olacak bu memleketin hali?" suali, eninde sonunda kıymık gibi etimize batıyor. Bir yanda siyasi işler hakkında fikir yürütebilmenin verdiği rahatlatıcı hissi paylaşırken, öte yanda fiilen bir şeye müdahil olamamanın huzursuzluğu içindeyiz.

Devlet sohbeti yapmadan edemiyoruz çünkü devleti önemsiyoruz; devleti -hatta gereğinden de fazla- önemsemek, galiba bir miktar genlerimizden ve bir millet olarak yaşadığımız tarihî hatıraların ve acıların tortusundan kaynaklanıyor. Topraklarımızın dörtte üçünü kaybedeli henüz bir asır bile olmadı. Osmanlılar Anadolu yarımadasına doğru büzülürken Balkanlar ve Kafkasya’dan gelen göç dalgaları ile Anadolu’nun demografik yapısında derin izler kaldı. Çok değil doksan sene kadar önce, dünyanın en mühim devletlerinden birisi yıkıldı ve onun enkazı altında kaldık. Osmanlı Devleti haşin ve kaba bir edâ ile parçalandı, üleşildi ve asla hayata geçmeyen Sevr planında bize İçanadolu’da denize çıkışı bile olmayan birkaç vilayetlik yer bırakıldı. Milli Mücadelemiz, dünya tarihinde bizim abarttığımız derecede önemli bir anlam ve yer taşımaz ama bizim için anlamı büyüktür ve bu yüzden Milli Mücadele’yi bir mânâda milât kabul etmekte bir dereceye kadar haklı sayılırız. Bu anlamlı mücadele esnasında dağılmış devleti yeniden toparlamayı başardık ve uluslararası bir anlaşmaya imza koymak suretiyle bu devletin hukukunu resmîleştirdik. Celali isyanlarından beri iç çatışma görmeyen Anadolu ahalisi, Milli Mücadele esnasında doğuda isyancı Ermeni çetelerinin, batıda işgalci Yunan kuvvetlerini destekleyen Anadolulu Rumların hasmâne tutumuyla sarsıldı, zedelendi, öfkelendi. Mücadelenin en kolay kısmı, işgalci Yunan askerî güçleriyle cedelleşmekti ve o hesaplaşmayı üç sene içinde lehimize çevirdik ama daha düne kadar sulh içinde yaşadığımız kapıbir komşularımızın işgalcilerden yana tavır takınması, toplumsal şuurda daha derin yaralar açtı; bu ihaneti hak etmediğimizi düşündük hep, hâlâ öyle düşünürüz. Neticede bu büyük bâdireden kurtuluşumuz, İstanbul’daki devlet çatır çatır göçerken Ankara’da henüz cenin halinde teşekkül eden bir başka devlete tutunabilmemizle mümkün oldu.

Tam da bu yıllarda, neredeyse on seneden beri fiili seferberlik ve savaş halinin, göçlerin, mezalimlerin, açlık ve hastalığın yıprattığı nüfusumuzun neredeyse onda dokuzu köyde yaşıyor, belki de yirmi otuz asırdan beri hiç değişmeyen iptidai bir tarım teknolojisine yaslanarak güç bela karnını doyurabiliyordu; bu nüfus vasıfsızdı, eğitimi azdı ve ülke büyük altyapı eksiklikleri içindeydi. Cumhuriyet idaresi, devletin, hemen her şeyin merkezinde yer aldığı bir yönetim anlayışı kurdu ve yeni rejimin ideolojik esaslarını, nüfusun sadece yüzde 10’unu teşkil eden şehirlerde inşa etmeye girişti. Bu yüzden Cumhuriyet’in Atatürklü yılları memurların fevkalâde itibarlı olduğu zamanlardır. Yeni rejim, şehirli memur azlığına dayanıyordu. Köylere sirâyet edecek vasıtaları yoktu. Otuzlu yıllarda kurulan Halkevleri, Cumhuriyet ideallerini (ideolojisini) köye nakletmekten uzaktı. Köyün çağdaş hayatla, moderniteyle tanışması Halkevleri aracılığı ile değil, çok sonraları köylülerin şehre göç etmesiyle mümkün oldu ve bu süreç hâlâ devam etmektedir. Bu manzara gösterir ki Türkiye henüz oluşum halinde bir ülkedir; toplumu ise milletleşme safhasının ortalarındadır ve bu yolda büyük sıkıntıları göğüslemek zorunda kalmaktadır.

Hâliyle devlet cihazı da tamamlanmış bir binanın mükemmelliğini aksettirmekten ziyade bir şantiye hâli gösteriyor. Devletin işleyişinde gördüğümüz aksaklıklar, işbu ‘nâtamamlık’ın eseri. Hukuk nizamından eğitime, emniyet hizmetlerinden ekonomiye, bayındırlıktan üniversitelerimize kadar devlet, "kervan yolda düzelir" mantığının icabınca tatminkâr bir görüntü vermekten uzak kalıyor. Devletin belli başlı kurumları arasında en güveniliri olmakla iftihar eden ordumuz bile son kırk yıl içinde demokratik nizamı çok önemli sarsıntı ve kesintilere uğratmış olmanın nâhoş sabıkasıyla mâlûldür.

Devletimiz iyi işlemiyor ve biz devletin çok iyi işlemesini istiyoruz; bu talebi seslendirirken haklı durumda olup olmadığımızı da pek düşünmüyor ve hep şikâyet mevkiinde tutunuyoruz. Aslında devleti işletenler bir başka dünyadan gelmediklerine göre şikâyetçi olmak pek tutarlı bir davranış gibi görünmüyor; ne var ki yeni devletin yapılanması esnasındaki ideolojik tasarım hataları yüzünden devlet, kendi toplumuna karşı müteyakkız, yani güvensiz bir duruş sergiliyor. Kısacık Cumhuriyet tarihimiz, devletin toplumuna karşı kasılması ve korunma refleksi içine girmesini hatırlatır çok sayıda örnek olay barındırıyor. Bir başka açıdan bakıldığında ise devlet, topluma karşı duyduğu geleneksel güvensizliği telafi etmek istercesine bir hâmi, bir baba, bir vâsi, kısaca geçmiş zamanların "kerîm devlet" anlayışını sürdüren bir anlayışı devam ettiriyor. Serveti doğuran ve paylaştıran bütün mekanizmalar hâlâ devlet tarafından kontrol edilip yönlendiriliyor ve bu durum, vatandaşlarının, "Peki, biz devlet için ne yapabiliriz?" sualini soracak siyasi şuur katına ulaşmasını engelliyor.

Bu girizgâhın varacağı mânidar sonuç, -tabir yerinde ise- devleti âdeta yeniden yapılandırmaktan geçiyor zira yaşamakta olduğumuz hadise derin bir devlet buhranıdır. Devlet zaaf halindedir ve bu zaafların mevcut devlet anlayışını sürdürerek onarılması mümkün görünmüyor. Meselenin bu cihetine parmak basmadan sadece görünür arâzlar üzerinde münakaşa yürütüyor, şikâyetleniyoruz. Bu sızlanmaların varacağı sağlıklı bir yer yok. Toplumla devletin yeniden mutabakatı anlamına gelen Anayasa’dan başlayarak siyaset mekanizmasını, bürokratik kurumları, sistemin temel aktörlerinin birbirlerine karşı rol ve mevzilerini yeniden belirlemek anlamlı bir başlangıç noktası olabilir.

Siyasi partiler veya seçim kanununda herkesin şikâyet ettiği hususları bile değiştirmekte istekli görünmeyen siyasi mekanizmaların, böyle esaslı bir değişiklikten ne derece ürkeceklerini tahmin etmek zor değil. Problemin büyüğü de burada zaten; Türkiye’de iç dinamikler kendiliğinden harekete geçmiyor. AB’ye katılmak fikrinin Türkiye’de bu kadar revaç bulmasının temelinde de iç dinamik tembelliği yok mu zaten? O yüzden AB’ye katılmak, esaslı bir devlet reformu yapmakla bir yerde aynı mânâya geliyor.


Kaynak (Arşiv)