“Hayatta en büyük amacım ‘iyi insan’ olmak!”
Hayli zamandan beri futbol hakkında yazmıyorum; bu durum, futbol edebiyatımız için mühim bir kayıp değil elbette. Taraftarlığın, insanda hakkaniyet ve adalet duygusunu mahveden bir cinnet psikolojisine dönüşmesi bu kararda etkili oldu.
Şimdi aynı cinnet halini siyaset düzleminde de yaşıyoruz. Bizans’ı içinden çürüten maviler ve yeşiller çekişmesi, siyasi fikir farklılıklarına da bulaştı.
Bu yazı futbol hakkında değil ama, futboldan daha değerli ve kalıcı bir şeye dair: Drogba!
*
Top ona doğru yuvarlandığında, sırf “Şimdi ne yapacak, bizi nasıl şaşırtacak?” diye seyrettiğimiz oyuncular vardı, hâlâ var; bunlar işini sanat derecesine çıkarmayı başarabilmiş nâdir kişilerdi. Topu, vücutlarının bir parçasıymış gibi hemen kontrolü altına alabilen, topla hızlanıp adam geçebilen ve topu ayaklarından çıkardıklarında hâlâ ona egemenmiş gibi hüner gösteren futbolcular tanıdık. İsim vermek gerekmez. Onların çoğu, -tuhaftır- ancak bir futbol sahasında ve topla beraber iken bir mânâ ifade edebilen sporculardı genellikle. Topla birlikte şiir gibi hareket edebiliyorlardı ama meselâ, bir meslek ciddiyeti içinde antrenman yaptıklarını zannetmiyorum. Çoğu, daha iyisini yapabilecekleri bir zamanda ve altyapı eksikliğinden kaynaklanan sakatlıklarla mesleklerinden ayrılmak zorunda kaldılar. Futbol dışındaki hayatları düzensizdi. Oyun esnasında devamlılıkları yoktu. Bunlardan bazıları, takım yöneticileri tarafından yeterince tahammül gösterildikten sonra diğer oyuncuların iş ahlâkını zedelemesin, kötü örnek olmasın diye yok bahasına takımdan uzaklaştırılıp mesleklerini kötü bir finalle sonlandırdılar.
Saha içinde bazen iyi futbolcu, hatta sanat derecesinde iyi ve mükemmel futbolcu olabiliyorlardı ama “iyi insan” olmak gibi bir hedefleri yoktu; galiba işin kötüsü böyle bir kavramdan haberleri de olmamıştı.
İyi futbolcu olmak için iyi insan olmak şart mıdır; bu soruya cevabım futbol adamlarının hoşuna gitmeyebilir fakat özellikle son yıllarda bende böyle bir değer yargısı gelişti.
Meslek ahlâkı denilen şeyin, sadece bir futbolcu için değil, bir kundura tamircisi, bir seyyar satıcı, bir banka memuru veya üst yönetici veya bir siyaset adamı için de -olmazsa olmaz- türünden bir kavram olduğunu fark etmeye başladım. Meslek ahlâkı, sadece meslek icrâ edilirken hatırlanıp uygulanan kurallar değildir, her insanda mevcut olması gereken ahlâkın işe yansımış hâlidir. Nâçiz görüşüme göre, meslek ahlâkına harfiyyen riayet eden fakat hayatın diğer safhalarında kurala aldırış etmeyen biri “İyi” olamaz.
Doğru veya yanlış; bence böyle.
*
Drogba’da ilk dikkatimi çeken husus meslek ahlâkı oldu. Beyninin ve vücudunun bütün verimini, işini iyi yapmak için seferber edebiliyordu. Kendisine doğru hızla gelen topla daha ilk andan itibaren neyi nasıl yapabileceğini kestirip rakiplerinden önce başarıyla uygulaması, Drogba’da mesleğinin ne idüğü hakkında zihin gücü ve emekle tasarlanmış bir ön hazırlık bulunduğunu hissettirdi daima.
Ayaklarıyla değil, zihin gücüyle oynuyordu âdeta. Sahadaki herkesten o noktada ayrılıyordu. Bunu fark ettiğim andan itibaren, takım arkadaşları için mükemmel bir futbol ve mantık öğretmeni olabileceğini düşünmüştüm. En azından yöneticileri, antrenmanlardan önce veya sonra, takım arkadaşlarına “futbol düşüncesi” konusunda seminer vermesini isteyebilirlerdi. Böyle bir şeyin gerçekleştiğini duymadım.
Kaptan değildi, sahada daha fazlasıydı; sahadaki 21 futbolcunun hayranlık ve ibretle seyrettiği bir sanatkâr gibiydi. Ona sıkça faul yapanların, bir keresinde bile olsun ona hınç beslediğini sanmam; eminim ki, “Bunu yapmak zorundaydım, affet” diye düşünüyorlardı içlerinden; çoğu meslektaşı faulden sonra onun gönlünü almaktan kaçınmadılar çünkü Drogba hep öyle yapıyordu.
Sinirlenmiyor, sinirlendirmiyor, hakemi seyirciye şikayet etme ucuzluğuna düşmüyor, sahte düşüşlerle rakibini ve hakemi aşağılamıyor, varlığıyla sahada biriken elektriği etkisiz hale getiren bir barış elçisi gibi davranıyordu.
Hayranlık, evet; güzel futbol oynayarak başkalarının hayranlığını kolayca kazanabilirsiniz fakat saygı; herkesten saygı görmek için başka türlü şeyler de yapmalı, farklı meziyetlere sahip olmalısınız.
*
Soma mağdurları için yüklü bir bağışta bulunduğu haberi duyulunca söylediği şu sözlere dikkat ederseniz, saygının nasıl zor kazanıldığını anlayacaksınız; şöyle diyor:
-Ben aynı zamanda Birleşmiş Milletler elçisiyim (UNDP-BM Kalkınma Programı iyiniyet elçisi) ve Soma’daki insanlara yardım etmek için elimden geleni yapacağım ama bunun için benim adımın kullanılmasını istemiyorum. Böyle konularda reklam yapacak bir insan değilim. Oradaki insanlara yardım ettiğimde, adımın kullanılmasını istemiyorum. Böyle bir reklama ihtiyacım yok!
Ve bir küçük ayrıntı daha: Afrika halkına eğitim verilmesinde maddi katkılarda bulunmak amacıyla 2007’de kendi adına bir vakıf kurduğunu ilave edelim.
Chelsea seyircisi onu, bütün zamanların en iyi oyuncusu seçerken futbolundan başka değerleri de göz önünde tuttuğu belli. Türkiye’den ayrılacağı yolundaki haberlere futbol severlerin yaptığı yorumlardaki bazı nitelemelerin altını çizmek isterim. Şöyle diyorlar: “Düzgün star, Düzgün adam, Formasına değer katan adam, Karaoğlan, Türkiye’ye gelenler içinde en yardımsever, Efendi ve başarılı, Kalbimizdesin, Süper star, Kalbi güzel insan, Adam gibi adam, Özel insan, Temiz kalpli adam, Saygıdeğer, kaliteli insan, Anıtını dikmek lâzım...”
“Bütün Türkiye’nin saygısını kazandığım için çok şanslıyım” cümlesinin üstüne, “Hayatta en büyük amacım, iyi bir insan olmak” diyebilen kaç yabancı -ve yerli- futbolcu gelip geçti sahalardan?
*
Yolun açık olsun “iyi adam”; meslektaşlarını bilmem fakat mesleğini ciddiye alışın ve hayatının tamamında bir bütünlük teşkil etmeye verdiğin önem ile benim kalbimi kazandın. Sen sadece futbolun değil, “iş ahlâkı”nla gökkubbemizde güzel bir sadâ bıraktın.
Bir saygı çelengi de benden olsun sana...