Hayatla sanat arasında iki karakter: Nâzım ve Âkif

N. Hikmet, hayatı ve şahsiyeti ile "işte evlâdım, sen de Nâzım Amcan gibi ol; onun karakterini ve şahsiyetini taklid et. İnsanlarla, sevdiklerinle onun gibi ilişki kur" şeklinde tavsiye olunabilecek biri değildir. M. Akif ise bir seciye âbidesidir.

Sanatçıların sanatı ile şahsiyeti arasındaki ilişki meselesi tartışmalıdır; sanat camiasına "sanatsever" sıfatıyla katılmış bulunan kamuoyu, genellikle sanat eserini ve sanatı öne koyarak, eser tamamlandıktan sonra onu meydana getiren ile ilişkisinin kesildiğini kabul eder. Bu mânâda sanat, sanatçının şahsiyetinden koparak kendi başına bir gâye haline gelir ve şahsiyet arkaya itilir. Onlara göre sanat, varoluşun en yüksek tecellilerinden biridir; sanatçının kendini var etme, hayatı anlamlandırma idealinin en yüksek formu sanatın bizatihi kendisi haline gelir.

Sanatı, hayatın en yüksek mânâsı olarak kabul eden bu bakış açısı, ilk bakışta pek saygıdeğer bir yaklaşım gibi görünmesine rağmen, derinliklerine inildiğinde seküler (lâdini) bir mahiyet taşıyor, çünkü insanı bütünlüğünden kopararak sanatı, hayatın önüne geçiriyor; halbuki insan, hayatının tamamından sorumludur. Bir sanatkâr, sadece ürettiği sanat eserlerinden değil, hayatının geride kalan kısımlarından da mesuldür ve bu görüşü paylaşanlar için -bir insan olarak- sanatçı, eserleriyle, şahsiyetiyle, sanatıyla, yaşadıklarıyla ve bilcümle yapıp ettikleriyle bir mânâ ifade eder.

Bu nazari meseleyi anlaşılır hale getirmek için, bugünlerde yeniden konuşulmaya başlayan Nâzım Hikmet'i örnek gösterebiliriz. Nâzım Hikmet, Türkiye'de genellikle lâdini hayat felsefesinisavunanların, medhinde birbirleriyle yarış ettiği sembol isimlerin başında gelir. Ölümünden bu yana neredeyse yarım asır geçmiş olmasına rağmen her sene kamuoyunda bir ucunda Nâzım Hikmet'in bulunduğu kısır tartışmalar açılır; nitekim bugünlerde Nâzım Hikmet'e vatandaşlık hakkının iadesi için açılan bir dâvâ, ilgi çekici bir boyut kazandı. Habere göre, Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu, şair Nâzım Hikmet'in, Türk vatandaşlığından çıkarılmasına ilişkin Bakanlar Kurulu kararı ile bu kararın nüfus kütüğüne tescili işleminin iptali istemiyle açılan davayı reddeden Danıştay 10'uncu Dairesi'nin bu kararını oyçokluğuyla bozdu. Bozma kararıyla, Nâzım Hikmet'e vatandaşlık için yeşil ışık yakılmış oldu. Kararda Nâzım Hikmet'in sanatına dair şu değerlendirme yapılmış: "Nâzım Hikmet Ran, Türk dünyasının ve 20. yüzyıl dünya edebiyatının en büyük şairlerindendir. Nâzım Hikmet, Türk ve doğu halklarının şiirini büyük ölçüde etkilemiş, şiirde yeni yollar açmış, geçmiş ve gelecek yüzyılların ebediyen yaşayacak klasiğidir."

Mahkemenin "edebî" nitelikte bir karar verme yetkisiyle donanmış olup olmadığı ayrı bir münakaşa konusudur, çünkü adalet bu gibi meselelerde zâhire göre hüküm verir; dâvâcının veya dâvâlının subjektif nitelikleri kararın niteliğine tesir etmez; yâni, bu karar, aynı hukuki statüde bulunan herkes (genellik ilkesi) için emsâl niteliği taşımalıdır. Bu bakımdan önümüzdeki günlerde Danıştay kararının televizyonlarımızda sabahlara kadar tartışılması beklenebilir.

Biz konuya başka açıdan yaklaşarak sanat ve şahsiyet arasındaki tutarlık meselesine dönelim: Nâzım Hikmet'in sanatı ile şahsiyeti, bana göre aynı kapsamda değerlendirilmeliydi. Onun Türk vatandaşlığı sıfatını mahkeme kararıyla kazanıp kazanmaması saded haricidir ama Nâzım Hikmet, sanatı, şahsiyeti ve hayatı ile meselâ evlatlarımıza örnek gösterebileceğimiz biri midir sualine cevap arayalım. Çeşm-i insâf ile düşünüldüğünde takdir olunacaktır ki Nâzım Hikmet, hayatı ve şahsiyeti ile "işte evlâdım, sen de Nâzım Amcan gibi ol; onun karakterini ve şahsiyetini taklid et. İnsanlarla, sevdiklerinle onun gibi ilişki kur" şeklinde tavsiye olunabilecek biri değildir. Nâzım Hikmet'i pek takdir eden bir anne, günün birinde, gözünden çok sevdiği kızının Nâzım Hikmet gibi biriyle hayatını birleştirmesini gönül rahatlığı ile dileyebilir mi; hangi baba, oğlunun Nâzım gibi bir karaktere bürünmesine peşinen rıza gösterir? Onların verdiği cevabı biliyoruz: "Ama büyük sanatçıydı; biz onun sanatına saygı gösteriyoruz"

Mesele de orada zaten!

Ben, sanatın hayata fedâ edilecek kertede önemsenmesi gereken bir haslet olduğu fikrinde değilim; bu fikrimi desteklemek için İslâm dünyasından pek çok delil gösterebilim ama bir Batılı sanatçının, Oscar Wilde'ın sözlerini hatırlatmakla yetineceğim: "Şerefle tamamlanması gereken en büyük vazife hayattır!"

Şimdi aynı nazarla dikkatlerimizi Mehmet Âkif Ersoy'a çevirelim: Mehmet Âkif merhum, Nâzım Hikmet'le kıyası mümkün olmayan çok farklı bir dünya görüşüne sahipti. O da şairdi; öyle şair ki, Türkiye'de şiirle hiç ilgisi olmayanlar bile Âkif'ten birkaç mısraı ezbere bilir. Şairliğinin edebî kıymeti üzerinde tartışılabilir ama Âkif'in şahsiyetini tamamlamakta hayatını, kahramanca tasarruf ettiği noktasında, onu hiç sevmeyenler bile hakkını teslim etmişlerdir. O bir seciye âbidesidir ve onu nazarımda güzel kılan vasfı, İstiklâl Marşımızın ve Safahat'ın yazarı olmaktan çok ötede, hayatını seciyesine fedâ edercesine kahramanca yaşamış olmasıdır. Böyle bir insanı evlatlarıma örnek gösterebilirim; kızımı, Âkif'teki seciyenin yarısını hâmil bir adama gözüm kapalı verebilir, oğluma gönül rahatlığı ile, "yaşayacaksan Âkif gibi yaşa ve onun gibi öl" diyebilirim.

Şahsiyetle sanat arasındaki münasebette temel yaklaşım bu olmalıdır; evet, bu ahlâkçı bir yaklaşımdır, sanatı ikinci plâna iter ve hayatın bütün cüzleriyle bir bütün olarak yaşanması gerektiğini vurgular. Özündeki mükemmeliyetçilik endişesi sebebiyle hayal kırıklıklarına yol açması da muhtemeldir ama insanlar, kendi hayatlarını sanat derecesinde mükemmelleştirmek yolunda Hacc'a giden karınca gibi davranmalılardır; o istikamet gözden hiç kaçırılmamalıdır.

Sanattan değil, şahsiyetten ve hayattan bahsettik; bahsedilmesi gereken de odur zaten. Bu noktadaki tercihler, farklı dünya görüşlerine kapı aralıyor.

Öyleyse herkes kendi kahramanını seçsin.

AKLINIZDA BULUNSUN: TÜRK ŞİİRİNDEN PORTRELER

Velûd araştırmacı yazar Mehmet Nuri Yardım, Türk Şiirinden Portreler başlıklı yeni eserinde, şiirimizin son asrına çok öğretici bir bakış açısı getiriyor. Tasviri yazılar, tahliller, anketler, ve şairlerle yapılan konuşmalardan mürekkep kitapta şiirimizin nerelerden nereye geldiğini takib edebilirsiniz. Türk düşünce dünyasının şiir üzerinden akışını gösteren faydalı bir çalışma. (Nesil yayınları, İst. 2005, 415 s.)

YİNE BİR "ÇAPANOĞLU" ÇIKTI

"Çapanoğlu" tabirini duymayan yoktur. Sanat tarihçisi Prof. Dr. Hakkı Acun, "Tüm Yönleri ile Çapanoğulları ve Eserleri" isimli eseriyle Anadolu'da Âyanlık devrinin en ünlü sülalelerinden Çapanoğulları'nı yıllarca süren bir araştırma neticesinde okuyucuya sunuyor. İstanbul merkezli tarihçilik anlayışımızı, Çapanoğulları gibi asimetrik araştırmalarla sınamadan geçirmek fırsatı veren bu gibi çalışmalar, tarihçiliğimiz bakımından büyük önem taşıyor. Meraklılarına duyurmayı zevk bilirim.


Kaynak (Arşiv)