Hayal perdemiz kararırken...
Kâzım Kartal ölmüş; Türk sinemasının kötü adamları birer birer aramızdan ayrılırken Yeşilçam'ın beyaz perdesini de karartıyorlar.
Garip olan şu: Eski filmlerde Erol Taş, Hüseyin Baradan, Danyal Topatan, Ahmet Tarık Tekçe, Bilal İnci gibi kötü adamların "kötülük olsun" diye giriştiği icraatları şimdiki nesle komedi gibi görünüyor; demek ki nesiller arasında dramatik olanı algılama bakımından bir kırılma meydana gelmiş. Bu önemli; önemli çünkü kötü adamların seyircide uyandırmakla görevli olduğu dehşet, iğrenti, vahşet veya zulme uğramışlık hissi nitelik değiştirmiş; şimdiki nesil iyilik kadar kötülük unsurlarını da Amerikan sinemasından öğreniyor. Düşünün bir kere, "Kuzuların Sessizliği" filmindeki kurbanlarının boğazını dişleriyle parçalayarak öldüren manyak doktorun yarattığı gerilimle, sözgelişi Cüneyt Arkın'ın Battal Gazi filmlerinden birinde ehl"i küfürün kılıçla kafasını koparması aynı şey midir? İlkinde kanınız donar, önlenemez bir intikam hissiyle dolarsınız; ikincisi oyun gibi, seyirlik, zararsız, hatta gereğinden fazla abartıldığı için insana dehşeti unutturan eğlenceli bir şeydir. Nitekim yeni neslin afacanları, bizim ayıla bayıla seyrettiğimiz eski yerli filimlerin bazı repliklerini mizah sitelerinde yayınlayarak dalgalarını geçiyorlar. Buyrun birkaç klasik Cüneyt Arkın repliğinden örnekler size:
"Eğer bunun cevabını doğru vermezsen seni hayatının sonuna kadar sakat bırakırım..., Eski polisler buna Azrail'in sesi derler..., Oğlumun tedavisi için patronlardan alacağım her kuruş rüşvet, ülkemde doğan her yavrunun gelecek güzel günlerini karartan bir lekedir!.., Ooo, Bizans kargası Pelamon da burda demek?.., Ben buraya soylu amcan Polemon'la soylu babanı öldürmeye geldim..., Leon gibi bi iblisten senin gibi bir melek nasıl türemiş hayrettir!..., Yarın sabah güneş doğana kadar şu kollarımın ucuna iki tane aslan pençesi takacaksın!"
Tamam hepimiz gülüyoruz ama altın çağlarına rahmetli Kâzım Kartal'ın ucu ucuna yetiştiği dönemin sinemasını hâlâ yerli yerine koyamamış olmanın eksikliği bellidir; entel sinemacıların "sinema tüccarları, sanattan anlamayan hırbolar" diye aşağıladığı yapımcılar, yöneticiler, senaryo yazarları yeni öğrenmeye başladıkları sinema diliyle aslında halk hikâyesi anlatıyorlardı ve bu işi entel sinemacı kuşağından daha iyi yaptıkları bence su götürmez gerçektir. Türk sinemasını televizyon değil, sosyal gerçekçilik batırdı ve adeta kendiliğinden oluşan o cânım sinema dili kaybolup gitti. Şimdi gişe yapan yerli yapımların tek ortak özelliği var; Hollywood kalıplarını ve modern sinema tekniklerini kullanırken oyuncuları Türklerden seçmek ve Türkçe konuşturmak.
Avrupa Birliği'ne girmek konusunda bir anket yapılmış; miktarını tam duyamadım ama katılanların mühimce bir kısmı (yarıya yakını galiba) kendilerini Avrupalı hissetmediklerini söylemişler. Birkaç medya maydanozu yana yakıla, onlara çok garip görünen bu sonucu televizyonda tahlil ederlerken kulak misafiri oldum; sonucu şaşırtıcı değil gayet tabii buluyorum. Bütün ömrümce kendimi hiç Avrupalı hissetmedim. Konuyla alâkası şu; kendini Avrupalı hissetmeyenler kimlikleri hakkında tabii düşünenler insanlar; yemeğin tiridine ekmek banan, yerli film seyretmekten haz eden, semaver çayından hoşlanan, yaşayan Türkçe'yi yaşatmaya çalışan ve masal kadrini bilen insanlar. Böyle bir kategori ne derece sağlıklıdır bilemem ama kendini Avrupalı zannedenler, galiba yerli filmlerimizi çekilmez bulanların çoğunlukta olduğu bir kitle olsalar gerektir.
Hayâl perdemiz çöküyor; Türkler, yirminci yüzyıl boyunca yaptıkları en tabii ve en fazla kendilerine dair sanat ürünlerinin insan kadrosunu birer birer kaybediyorlar. Onların, beyaz perdenin dışında gündelik hayatın gailesi içinde debelenirken şikâyetlenmelerini dinlemek de hep aynı duyguyu uyandırıyor; emeklerinin karşılığını alamadıklarından, ahde vefa diye bir şeyin kalmadığından, unutulmaktan yakınırken onlar da vaktiyle emek verdikleri büyülü sinema ikliminden gerçek hayata dönüş mecburiyetinin acılarından şekvâ ederler hep.
Sinema perdesinde de olsa bir dünya kurmak azımsanacak iş değildir ve vaktiyle bizimkiler, o Hulusi Kentmen'ler, Mualla Sürer'ler, Efkan Efekan'lar, Eşref Kolçak'lar, Neriman Köksal'lar derme çatma imkânlarla böyle bir dünya kurabilmişlerdi; ağızdan dolma tüfek gibi senede ancak üç beş film çeken yeni Türk sineması, bize batılı dünyanın dram üslûbunu dikte etmeye çalışırken artık "kendisi" olamadığının farkında mıdır?
Yaşayanlara selâm ve hürmet; göçenlere rahmet!