Harflerin büyülü dünyasında bir çocuk
Mehmetpaşa Mahallesi, şehrin kuzeyindeki neredeyse son mahalleydi ama bugünkü tâbirle o mahalleye kenar mahalle, periferi veya varoş demek mümkün değildi.
Şehrin kalbi sayılan hükümet meydanına âheste yürüyüşle siz bilemediniz on dakika çekiyordu. Mahallenin bitiminde âniden tarlalar başlardı. Genç okuyuculara garip görünecek bu özelliğin, aslında ortaçağlara mahsus bir nitelik taşıdığını çok sonra fark ettim. Mehmetpaşa Mahallesi, harita üzerinde kenarda gibi görünse de merkeze ait özelliklerin tamamını taşıyordu. Meselâ evimizin tam karşısında, yani üç metre ötemizde, eğitimini İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde tamamlamış bir sanatçı yaşıyordu. Şehrin yerlilerindendi ve çalıştığı lisenin müdür yardımcısıydı. Ressamdı, kaligraftı, heykeltıraştı, grafikerdi; komple sanatçı olup olmadığını bilemem ama bu gibi işlerdeki fıtrî kabiliyeti ve merakı, annesinin örgü şişiyle yün çorap örmek boyutlarına kadar varabiliyordu. Evin alt katındaki büyükçe bir kısmı atelye haline getirmişti. Bu atelyeye her zaman giremezdim ama girebildiğim günlerde etrafı hayran hayran seyreder, ilk defa görüp tanıdığım aletleri, boya kutularını, fırçaları, eskiz halindeki tabloları, Atatürk büstü kalıplarını ve alçı işlerini büyülenmiş gibi seyrederdim. Günün birinde onu takriben 100x50 cm ölçüsünde biçilmiş tahtalara kıl testere ve marangoz keskisi ile bazı motifler oyarken gördüm. O tahtalar daha sonra Sivas’ın Kongre Müzesi’nin ilk katını ikinci kata bağlayan merdivenlerin korkulukları oldu. Elli seneden beri hâlâ orada duruyor.
Tabelacıyı hayranlıklar izlerdim
Bu adamın adı Selahattin Aydemir’di. Farkında bile olmadan güzel sanatlara, resime ve güzel yazıya merakımda önemli bir yönlendirici oluvermişti. Bir defasında –halamın kocasından dolayı hısım oldukları için- öğretmenimizin ödev olarak verdiği ulaştırma araçları panosunu bir tabaka kartona olağanüstü ustalıkla çizmiş ve renklendirmişti. O pano sınıf duvarında hayli zaman asılı kaldı ve sanki ben yapmışım gibi göğsümü kabartıp durdu. Yazısı çok güzeldi ve harflerle arası iyiydi. Yaptığı tablolara, tabelâlara ve özellikle resmî dairelerin Atatürk köşelerine yaptığı duvar panolarına attığı artistik imza şimdi bile gözümün önünde canlanıyor. Belki o hayranlık ve göz terbiyesinin tesiriyle olsa gerek kendimi bildim bileli resim ve güzel yazmak konusunda bir sıkıntı yaşamadım; hattâ ortaokul ve lise günlerinde –bazen küçük harçlıklar karşılığında- arkadaşlarımın resim ödevlerini yaparken nasıl gurur duyduğumu biraz da mahcubiyetle hatırlıyorum.
Yazı güzelliği, harf karakterleri ve grafik daha sonraları hep dikkatimi çekti. Yol üstünde bir pasaj içinde çalışan tabelacıyı vitrinin önünden büyük bir zevk ve merakla seyrederdim. Bir ara arkadaşlarımdan birinin babasının ortak olduğu bir sinema için büyük bir bez afiş yapılması gündeme geldi. Cahil cesur olur derler; bu işi sinemanın üst katındaki büyük koridorda birkaç kilo plastik boya ile becerebildiğim kadar yaptım. Hiç unutmam, afiş eski aktörlerden Tanju Korel’in bir filmi hakkındaydı. Neticede çizdiğim 6x4 metre ebadındaki bez resim Korel’e pek benzememişti galiba ama üç-beş kuruş da olsa resim yapıp yazı yazarak para kazanmak güzeldi.
Derken günün birinde korsanlamasına tabelâcılık mesleğine de bulaştım. Mühendis ağabeylerimizden biri, yeni açtığı yazıhanesinin camına altın yaldızla yazı yazdırmak istiyordu, onun ardından bir kuyumcu tabelası işi geldi. Elbette birinci sınıf işler çıkaramadım ortaya, korsan tabelacılık mesleğinde pek acemiydim; tecrübe ve malzeme eksiğim vardı çünkü. Sonra hayatıma matbaalar girdi. O zamanlarda bir insanın kendi ismini kâğıt üstünde matbaa harfleriyle yazılmış görmesi sıradışı bir şeydi; basılmış her şeye büyük ciddiyet atfederdi insanlar. Kartvizit bastıran tüccarlar, memurlar, kartın arkasına kocaman bir çarpı işareti koyarak güyâ kötüye kullanılmasını önlemeye çalışırlardı zira bir kartvizitin arkası, yarı yarıya imzalı senet veya özel mektup gibi bir resmiyet havası taşırdı veya öyle inanılırdı. Günün birinde sıfırdan başlamak üzere yeni bir gazetenin hazırlanması işinde önemlice bir payım oldu. Gazeteye ilk iş olarak kullanılmış bir baskı makinesi (Kazanlı Heilderberg) ve yeterince hurufat ve kasası ısmarlanmıştı. İlk gün tecrübeli bir dizgi ustasının yağlı kâğıtlara sarılmış paketler içinde gelen kurşun-antimon karışımı harfleri adeta ezberden pratik el hareketleriyle kasadaki yerlerine şıkır şıkır dağıtıvermesini hayranlıkla seyretmiştim. Ayrıca bir prova tezgâhımız vardı ve bu tezgâhta elle kumpasa dizilmiş harf satırını, lastik merdane ile mürekkepleyip tek nüsha baskı alabiliyorduk. Kirli ve olağanüstü zevkli bir işlem. Ne var ki benim işim, elimi, kollarımı hatta yüzümü mürekkebe bulayıp matbaa işçileriyle teşrik-i mesai etmek değil, tam aksine onlara hangi ibareyi ve nasıl dizeceklerinin talimatını vermekti ama önce bu işin esasını öğrenmeliydim: Sayısı otuza yaklaşan hurufat karakteri içinden hangisini seçmeli ve üstelik kelimeyi bölmeden, diyelim ki iki satırlık bir yazıyı nasıl tam tamına yerleştirmeliydim?
Yer muşambasından harfler
Gazetecilikte uzman ağabeyimiz işin pratiğini biliyordu. İriden ufağa doğru bütün elle dizilen hurufatla iki sütuna aynı cümleyi dizdirmek suretiyle gazete büyüklüğünde bir hurufat ölçüm listesi yaptırmıştı ilk iş olarak. Bize düşen bu listeye bakıp amaca en uygun karakteri tesbit etmek ve daha sonra yazı uzunluğuna göre en uygun başlık cümlesini kararlaştırmaktı. Çok zevkli bir meşgaleydi; hemen öğrendim, kısa süre sonra artık listeye bakmadan başlık cümlesini kuruveriyordum. Ondan sonra provası çekilmiş mürekkepli başlık yazılarını makasla kesip zamkla ölçülü kâğıt üzerine yerleştirerek bütün sayfaların tek tek mizampajını hazırlıyorduk. Ofset tekniği henüz Anadolu’ya yayılmamıştı ve bilgisayarın adı bile yoktu ama biz gazete baskıya girmeden nasıl sonuç alacağımızı, hatta devama giden yazı sütunlarının hangi kelimeden itibaren kesileceğini bile görüyorduk. Böylece yavaş yavaş mizampaj, yani sayfa düzeni işine de bulaşmış oldum.
Bu arada siyah-beyaz fotoğraf banyo etmek, yer muşambasından Linol baskı oyma bıçağı ile çok daha büyük haber başlıkları oyup çıkarmak, afiş tasarlamak, bezbant yapmak gibi sair işlerden bahsetmiyorum. Hadiselerle Hakikat Gazetesi’nde üstlendiğim en zevkli görevi en sona sakladım. Yeni gazetenin bütün köşe yazıları için sütun başlığı tasarlamak benim işimdi; ayrıca tefrika romanlar, yazı dizileri veya klişe yaptırılması gereken devamlı başlıkları da ben çizecektim. Bir mânâda gazetenin bütün grafikerlik, kaligraflık ve ressamlık işlerinin sorumluluğu bendeydi. En iyisinden çini mürekkep, tarama ucu, aydınger vesaire gibi basit gereçlerden başka donanıma sahip değildim ama haksızlık etmeyelim, o günlerde bütün grafikerler hemen hemen aynı malzemeyle çalışıyordu ve üstelik, birkaç tabaka da olsa Letraset kullanma şansım da vardı. Bundan iyisi can sağlığı idi. Şimdi o işlerime bakınca gülümsüyorum; elbette mükemmel değillerdi ama bugün gördüğüm teknik kusurları, o gün fark etmem mümkün değildi. Gazete macerasının bendeki en kalıcı izi ise yazarlık oldu; benim paşa gönlüme kalmış olsaydı ben yine çizim işleri yaparak ekmek paramı kazanmak isterdim. Ortaokul ve lise yıllarında en büyük hedefim güzel sanatlar okumaktı ama nasib olmadı. O yüzden içimde kalan ukdeyi, sanki çok anlarmışım gibi sanatla grafikle, estetikle ilgili konulara korsanlama girip ukalâlık ederek çözmeye çalışıyorum. Anlıyorsunuz değil mi?