Halife misin, sultan mı; sultansan vay haline!
Bugün cuma namazının ilk rekâtında imamın okuduğu zamm-ı sûrede geçen “Bunyân-ı mersûs” tabiri aklıma takıldı. Bunyân “bina” kelimesinin çoğulu, onu biliyorum; peki, “mersûs” ne idi?
Daha önce biliyordum hissine kapıldım. Namazdan sonra baktım; kökü “resâs” imiş; muhteviyatındaki kurşun madeni (Pb) sebebiyle sağlamlaştırılmış şey, birleştirilmiş; birleşerek toplam mukavemeti artmış olan anlamına geliyor ve Saff Sûresi’nin 4. ayetinde geçiyor: “Şüphesiz ki Allah, kendi yolunda sanki birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.”
Kendisine “Bunyan-ı mersus nedir?” diye soran ashabına Resulullah (sas), iki elinin parmaklarını birbirine kenetleyerek demiş ki: “Müslümanların birbiriyle muntazam bir şekilde kenetlenmesidir.”
Hâl böyle olunca insan içinden, “Keşke ben de o saffın içinde birbirine kenetlenerek mücadele eden Müslümanlardan biri olaydım” diye arzuluyor. Kur’an’ın, tamamen kendine mahsus üslûbu ve yüksek müzikal lisanıyla beraber yürüyen bir kültürü, daha doğrusu müthiş bir lugati var: Dikkat çekici kelimeler, kavramlar, terkipler, teşbihler, imâlar ve kıssalarla Kur’an, müminler için bir varoluş pusulası, bir karakter kılavuzu inşâ ediyor.
Dört başı mamur bir İslâm âlimi olsaydım, vakit geçirmez, tez elden geride kalan ömrümü “Kur’an Kültürü” adlı eser için vakfederdim; her maddesiyle birbirine “bunyân-ı mersûs” gibi kenetlenmiş nüktelerin muhkemleştirdiği ve tamamladığı bu eser, bir nevi açıklamalı ve örnekli Kur’ânî kavramlar atlası niteliği ile ne güzel bir sadaka-i câriye olurdu...
İslâm dünyası -hayfâ- bir bunyân-ı mersûs metaneti, hatta celâdeti gösteremiyor. Müslüman yöneticiler, kahreden bir ekseriyetle siyasetin icaplarını “din”in üstünde tutuyorlar; en samimi ve muhlis olanları bile belki farkına bile varmadan Kur’an’ın temel kavramlarını, siyaset biliminin dayattığı icaplara kurban ediyor, güç zehirlenmesine uğruyorlar.
İslâm bize, bütün kurumları ile kalıplanmış bir “tarz-ı siyaset” göstermiyor, bir ahlâk metânetinin aydınlattığı yüksek prensipler istikametinde mesele çözmemizi istiyor. Bu istikamet, son asırların bana göre yanlış yorumlanmış İslâmcılık programından daha çok daha güç, fakat çok daha değerli bir problem çözme biçimidir.
Ben İslâmî siyaset kavramından, Müslümanların problemi doğru kavramasını ve buna göre problemi çözmesini anlıyorum; kestirme ifadeyle “Bu meseleyi nasıl çözersek Allah bundan razı olur?” sualinin cevabının araştırılmasını önemli buluyorum. Bu “tarz-ı siyâset” yakın vadede yöneticiye sempati kazandırmayabilir (önümüzdeki seçimler kaygısı!) ama onun meselesi ammenin sempatisini celbetmekten daha büyük bir mercii hoşnut etmektir. Bir daha hiç siyaset yapmayacak, hiç seçim kazanmayacakmış gibi davranmak; problemi öyle algılayıp o doğrultuda çözmek!..
Hazreti Ömer’e son deminde yerine kimi vekil göstereceği sorulduğunda, oğlu Abdullah bin Ömer’in adı geçince, “Bir evden bir kurban yetişir” derken neyi kasdetmişti acaba? O Ömer ki, Selman-ı Farisi’nin rivayetine göre son haccında başı öne eğik, gözyaşları içinde, “Ey Ömer! Halife misin, sultan mı bilemiyorum; eğer sultansan vay haline!” diye hâlini sigâya çeken adamdı.
O adamın oğlu, yani Abdullah bin Ömer ise, Resulullah’ın bir defasında omuzundan tutarak şöyle tavsiyeye muhatap olmakla şereflendirdiği kişiydi: “Ey Abdullah, dünyada kendini garip bir yolcu kabul et, kabir ehlinden say. Ey Ömer’in oğlu, ahirette dinar da dirhem de yoktur, orada iyilik ve kötülüğün karşılaştırılması vardır. Elbisesini gururla çeken kimselerin yüzüne o gün Allah bakmaz.” [email protected]