Hâlâ o jöntürk edebiyatı

Bugünün AB hülyâsı, safderunluk bakımından Jöntürklerimizin bir asır önce gördüğü rüyâdan farklı değildir ve "şuur burkuntusu" el'an devam etmektedir. İnsanların birbiriyle ihtilâfı anlaşılabilir bir şeydir; ihtilâfın "şuur burkulması" tarzında tecellisi, ihtilâftan farklı. Cemil Meriç "Şuuru burkulan aydın" başlığıyla Beşir Fuad'ı anlatır ama aslında hikâye edilen bütün bir Jöntürk kuşağıdır: "İmanını kaybeden o coşkun zekâ" târifi, benzerlerini de kapsar ve bu nesil, Osmanlı tarihinde ilk defa II. Abdülhamid'in uzun saltanat yıllarında aksiyon haline geçer.

Abdülhamid, onlar nazarında iyinin, doğrunun, güzelin, muasırlığın ve hatta aklın yolunu tıkayan kirli bir paçavra, bir an önce izalesi gereken çirkin bir engel gibidir. Bizde aydın sınıfı işte böyle bir dekorun içinde doğar ve "aydın" olmak sıfatını, kendi toplumunun temel kıymet hükümlerinden ayrılarak edinir; ne var ki bir aydının temel kıymet hükümlerini reddederek kendi varlığını inşâ etmesi kolay değildir: Beşir Fuad, daha niceleri gibi o hengâmede kaybolur giderken ötekiler, içine düştükleri varlık boşluğunu "ideoloji"ye sarılarak telâfiye çalışırlar. Modernleşme tarihimiz, bu şuur burkulması bilinmeden anlaşılamaz.

Aydın medyasının bir asırlık saltanatı

Türk tarihinde ve edebiyatında bir Abdülhamid efsanesi vardır ve bu efsâne, çok küçük bir kısmı hakikate benzemekle beraber tamamen "aydınlar", nâm—ı diğer Jöntürkler tarafından inşâ edilmiştir. Jöntürklerin çizdiği Abdülhamid portresinde beyaz yoktur; az miktarda gri ve çoğunlukla karadır bu tablo; Jöntürk edebiyatı, günümüzdeki medya hükümranlığını andırır tarzda devrin tarihi tasviri üzerine çöreklenip kalmış, devrin hakikate uygun tasavvuru, ancak kaynakları iyi kullanabilen az sayıdaki uzmanın inhisarına girmiştir.

Ne var ki Jöntürk edebiyatı, gereğinden fazla basitleştirilmiş bir şema üzerinden akar: Düşman Abdülhamid'dir; irticâdır; çâre medeniyettir, garptır. Bize dair herşey kötü, köhne ve değersizdir. Bu safdil düşünce biçimi, ne gariptir ki doğru dürüst değerlendirmeye ve tenkide tâbi kalmadan Osmanlı Devleti bir siyâsî hercümerc içine düşmüş ve yıkılıp gitmişti. Jöntürklük, Cumhuriyet devrinde "Kuva—yı Milliye" heyecanı üzerinden toparlayıcı bir aktivite göstererek Osmanlı enkazı üzerinde yeni bir devlet kurdu ama Jöntürk hâlet—i rûhiyesi, Meşrutiyet devirlerinden tevârüs ettiği üslûbu aynen korudu.

Jöntürk ruhunun ihyâsı

Bu süre zarfında toplumun temel kıymet hükümleri, Jöntürk zümresinin devlet cihazı üzerindeki egemenliği sebebiyle daima bastırılmış durumda kaldı ve devlete nüfuz etmesine asla müsaade edilmedi. Demokrat Parti devrinde toplum, on sene bile sürmeyen bir kısa iyimserlik döneminde kendine ait temel kıymet hükümlerinin yeniden işlerlik kazandığı zehabına kapıldı; halbuki bu temelsiz bir iyimserlikti zira DP, menşe itibariyle Jöntürklük rûhundan uzak bir ekip teşkil etmiyordu; onlar sadece gayrımemnun ama biraz daha popülist bir Jöntürk fraksiyonu idiler. Buna rağmen Türkiye, 1960 yılında bir askeri darbe yaşadı ve bu darbe Jöntürkler camiasında Jöntürk rûhunun ihyâsı olarak yorumlandı.

27 Mayıs bugün hâlâ, devlet ve toplum ilişkilerini belirlemek bakımından aydınlar arasında bir turnusol kağıdı vazifesi görmektedir. 27 Mayıs tipik bir Jöntürk refleksiydi; evvelâ, bugünden bakıldığında ortada askeri bir darbe yapmak için yeterli gerekçe görünmemektedir. "27 Mayıs'ta niçin darbe yapıldı?" sualine ne dün, ne de bugün tatminkâr bir cevap verilememiştir. Nitekim ondan sonra 27 Mayıs'ta derbe yapılmasına gerekçe olarak gösterilen siyasi şartların çok daha ağırı vukubulduğu halde o buhranlar askeri darbeyle sonuçlanmadı. Bu bakımdan 27 Mayıs ile 24 Temmuz 1908'deki II. Meşrutiyet darbesi birbirine çok benzer. Her ikisinde de asker—sivil aydınlar, gereğinden fazla tehevvüre kapılarak acele etmek gereği hissetmişler ve ülkenin bütün dengelerini altüst etmişlerdi.

27 Mayıs, II. Meşrutiyet'e benzer mi?

27 Mayıs'ın tahakkuk biçimi de 1908'i andırır; her iki darbe de bir "devr—i sâbık" inşâ etmek gayretine kapılmış ve öfkeli kalabalıklara elle tutulur "düşman" nümuneleri gösterilmişti; hemen ardından devlet kadrolarında tasfiyelere girişilmiş, anasaya ve kanun çapında değişiklikler yapılmış ve devletin böyle kurtulabileceği zannedilmişti. Devleti kanunla kurtarmak tipik bir Jöntürk mantığıdır; Enver Paşa'ya hamledilen, "yok kanun, yap kanun" yaklaşımı 27 Mayıs'ta ayyuka çıkar. İşte tam bu noktada, "filan kanunu çıkarmayı nasıl akledememişler" suali samimi ve tabii ki safdilânedir. Jöntürk için sosyal hadiseler ve müesseseler, kanunları takib etmekle yükümlüdür. Devlet ve iktidar cihazına sahip olmakla sosyal hadiseleri yönlendirmek veya doğru okumak birbirinden farklı şeylerdir ve gerçeğin şimdiki Jöntürkler tarafından bugün dahi anlaşıldığını ileri sürmek zordur.

1908 ve 1960 darbeleri, Türkiye'de askeri vesayet rejimlerinin kökleşip kalmasına vesile olmaları yüzünden birbiriyle türdeştir; bu yüzden Türkiye etkisi hâlâ kuvvetle hissedilen yönetim zaafiyetleri yaşıyor ve yine bu yüzden Türkiye'de asker üzerinden siyaset yapmak kolaycılığına tevessül eden bir politikacı güruhu teşekkül etmiştir. Her iki hareket de geleceği ve geçmişi tasavvur etmek iddiasını ileri sürmüşlerdi; geçmişi inşâ etmek gayretleri neticede "sert devlet ideolojisi"nin ortaya çıkmasına yol açtı; geleceği inşâ tasavvurları ise daima "Jöntürk sâfiyeti"nin sığ sularında çakılıp kalmıştır.

Avrupa Birliği: Bir jöntürk hülyası

Jöntürk neslinin hâlâ yaşamakta ve devlete nüfuz etmekte olmalarının en bâriz işâreti Avrupa Birliği meselesidir. Bugünün Jöntürkleri için AB'ne girmek arzusu, tam bir asır öncesinin meşhur Jöntürk tekerlemesinin mâhiyetini aşabilmiş değildir; meâlen şöyle diyorlardı: "Hey efendi Paris'e git Paris'e / Eğer sende akl ü fikir var ise". Batı dışında bir dünya tahayyül edememek, milli varlığı ancak Batı hudutları ve bünyesi içinde inşâya çalışmak dünün Jöntürkleri için bir "idol"dü; bugünün AB hülyâsı, safderunluk bakımından Jöntürklerimizin bir asır önce gördüğü rüyâdan farklı değildir ve "şuur burkuntusu" el'an devam etmektedir.

AKLINIZDA BULUNSUN:

EN GÜZEL İMF FIKRASI(*) "Birgün iki kurbağa ayran bakracına düşmüş; çırpınmaya başlamışlar. Bir tanesi epey çırpındıktan sonra kurtuluş ümidi kalmadığını farkedip kendini bırakmış ve boğulmuş. Diğeri azimle devam etmiş, çırpındıkça ayranın üzerinde tutunabileceği kadar yağ biriktiğini görmüş. Sevinçle yağ parçasının üstüne çıkıp soluklanmış. "Yani kurtulmuş?" "Hayır, tam aksine; ayranın sahibi kurbağayı diğer bakraca atmış; hayvan kurtulmak için tekrar çırpınıp yağ tabakası ortaya çıkınca bu defa diğer bakraca. Bu böylece sürüp gitmiş... "Eee? "Ee'si şu; biz çırpındıkça İMF yağı topluyor, bizi diğer bakraca atıyor. Bu kadar." * Fıkrayı, gazeteci Ahmet Sırrı Arvas'ın "Herkesin bir hikâyesi var" isimli kitabından aldım (119). Kısa, zevkle ve ibretle okunur küçük hikayelerden ve hayat tecrübelerinin nakledildiği bu kitapta, onlarca kısa film senaryosu keşfedilmeyi bekliyor (İMG yayınları, İst., 2002)

YANILGI:

Despina kilisede günah çıkartıyordu; " Aziz peder dedi, "ben çok günahkarım, bu hafta defalarca aynaya baktım ve kendimi çok güzel buldum! Papaz sordu, " Hepsi bu kadar mı yavrum? " Evet peder " O halde üzülme kızım, çünkü yanılmak günah değildir!

SÖZ:

"İnsanlar yanlış yapabilirler ama sadece içlerinde büyük olanları yanlışlarını anlarlar." Ferdinand Von Kotzzebue

ALINTI:

"Aziz ve âlicenap Atatürk'ün emirleri üzerine İş Bankası'na borçlanarak satın almış bulunduğum ve gerek uzun süren bir hastalığım, gerek sadece beceriksizliğim yüzünden bir türlü faydalanamadığım, faydalanmak şöyle dursun, bankaya borcumun faiz faiz üstüne binerek ödeyemeyeceğim bir yekûn tuttuğunu görüp yalnız azabını çektiğim Çankaya'daki bağı, hiçbir kâr bilmeksizin satmak kararında olduğumu söylemek üzere günün birinde İsmet Paşa'ya başvurmuştum. O beni küçümseyici bir bakışla tepeden tırnağa süzdükten sonra şu sözü söylemekle yetinmişti: " Sen çocuksun; çocuk..."

Y.Kadri Karaosmanoğlu, Politikada 45 Yıl, Bilgi Y., Ankara, 1968, s. 86


Kaynak (Arşiv)