Hâlâ

Yahu bahar geldi bahar... Neredeyse bir ay oldu; önceleri bahçedeki arsız birkaç süs bitkisinin şımarıklığına verip aldırış etmemiştim; erikler, bademler derken sinsice gündemimize sızıvermiş... Öpüp, başımıza koyuyoruz; vaktine henüz en temizinden bir ay olmasına rağmen şu yüzü kara hallerimize bakıp o güzelin erkenden teşrif cilvesine hamdediyoruz.

İşte muzip papatyanın çeneklerinde baharın, gündeme ılık bir tebessüm kondurduğu günlerde Mustafa Kutlu’nun son kitabı da değdi elimize: Nur. Kapağındaki gelinliğini bürünmüş o müthiş güzellikteki ağacın fotoğrafında saklı haber ne ola? Sûretâ ümitvar bir aşk hikâyesi, lâkin üstâd bu defa sevenle sevilene şöyle sıradan bir vuslat finalini çok görmüş. Bütün alelâde okuyucu takımı gibi ben de sıradan mutlu sonları severim. “Vardır bir bildiği” güveniyle daldım kitaba. Bu defa çetin ceviz çıktı. Dahasını çıtlatmıyorum; merak edin.

Gazetemizin en şair tabiatlı yayın yönetmeni Ali Çolak, “Severek Ayrılalım” makamında okunması gereken yeni kitabıyla, şu sevimsiz gündeme denemelerinden müteşekkil bir bahar dalı bırakıyor o her daim mahcub ve sevimli duruşuyla: “Susarak Konuşalım”. E n’aapiim, ben bu adamları seviyorum, işte Kutlu, işte Ali Çolak. Medhettiğimde gıyaplarında onları münfail etmişim gibi bir suçluluk hissine kapılıyorum ister istemez. Sevenlerin değil, sevmeyenlerin medh ü senâsı mühim değil midir? Öyledir; sırf bu sebeple, sırf gıcıklık olsun, sırf nazar değmesin diye ciğer köşem Ali’ye buracıktan en nobran sitemimi gönderiyorum: “Yahu ey Ayşe’nin babası; insan hiç hikâyeci gibi aziz ve leziz kelimeyi, öykücü gibi kaba bir sözcükle değiştirmeye kıyar mı?”

Ohh, söyledim hafifledim, “Susarak konuşalım” teklifinde bulunan bir usta denemecinin kitabına “Bağırarak eleştirelim” mukabelesinde bulunulur mu? Ne kötü bir “abi”yim ben!

Sanatla kültür-fizik hareketleri yaparak kalbimizi hayatın soluğuyla dolduralım: Bir kötü, bir de iyi haber: Kötü haber Endülüslü Flamenko gitaristi Paco de Lucia’nın ölümü. İyi haber ise Yeni Şafak’ta Yalçın Çetinkaya’nın kaleme aldığı o mükemmel Nekroloji yazısı: “Paco de Lucia’yı Endülüs topraklarına gömün”. Yazıyı okuyunca sanatın içimizde aslında neye tekabül ettiğini anlar gibi oldum:

Kısmen şunu söyleyebilirim: Siyâsetin çok üstünde, çok çok üstünde...

Refik Halid Bey’in iki yeni kitabı, bayram ikramiyesi resmen. Beşir Ayvazoğlu’nun tanıtma yazısını okuyunca tezcanlılık edip kitapçılara koştum; sardırmadan yolda okumaya başladım. Döndüm ki kitaplar evde masa üstünde beni bekliyor. Helâl olsun verdiğim paraya dedim içimden. “Kırk yıl evvel kırk yıl sonra Anadolu” o iştah krizinde çabucak bitiverdi. “N’aapıyorsun be evladım” dedim kendi kendime, “Merhum senin için öte taraftan yeni kitap yazıp yollayacak değil ya; ağırdan al; tadını çıkararak oku!”

“Hep İstanbul”u öyle okuyorum; ağır ağır, demlene demlene...

Ve “Devr-i Kadîm Efendi”lerinin sonuncusu M. Orhan Okay hocamızın, eski Zaman yazılarından müteşekkil “Silik Fotoğraflar-Portreler” adlı eserinin, genişletilmiş son baskısını yayımladı Dergâh; ümitvar olmak için hâlâ çok sebebimiz var çok şükür. Ruh ve fikir dünyamızı ayakta tutan sütunlar hâlâ ayakta ve bizlere üslûplarıyla, “Durun siz kardeşsiniz” diye fısıldıyorlar.

Bahar geldi ayol demiştik; geçiyor bile. Hudâyî nâbit otlar kadar ev hanımlarının rakik alâkalarıyla nazlı nazlı esneyerek yaprağa duran çiçekler de, alıcı kuşlar gibi etraflarında döneleyip duran propaganda şarkılarına inat yeniden doğuşun emrine itaat halindeler.

Ağaçlara su yürüyor; fırınlarda hâlâ insanda çıtır çıtır kızarmış burnunu kırıp ayaküstü atıştırma terbiyesizliği uyandıran müthiş ekmekler pişiriliyor. Su hâlâ aziz, kitaplar hâlâ mübarek, annelerin elinde hâlâ hamur, dillerinde hayır duaları...


Kaynak (Arşiv)