Hacıemmi baskısı üzerine
Taksim Meydanı’nın bir kısmını düzenleme çalışmaları üzerine yine her zaman olduğu gibi ikiye ayrıldık:
1- “Zinhar mübârek Taksim meydanımızın kılına bile dokundurtmayız” diyenler...
2- Benim de aralarında olduğum ilgisizler.
Görebildiğim kadarıyla fikir sahibi belediye dışında bu projeyi cân u yürekten savunan yok. Kamuoyunun umurunda bile değil Taksim’de ne olup bittiği. Galiba Gezi Parkı diye bilinen yerdeki eski Topçu Kışlası yeniden inşâ edilip alışveriş merkezi kılığına sokulacak. Alışveriş merkezleri, modern zamanların rûhunu temsil eden ilginç yapılar; o derece ki, sosyologların ve davranış bilimi uzmanlarının, “AVM insanı” adını verebileceği bir topluluğun varlığından bile söz edilebilir; AVM’siz bir şehirde kendini kimsesiz, yapayalnız ve sudan çıkmış balık gibi çaresiz hissedecekleri düşüncesini çağrıştıran insanlar. Her boş zaman fırsatını bir AVM’ye ailece giderek değerlendiren, orada rahatlayan, orada sınıf bilincini doyasıya idrak eden, eski tâbirle aksâtâda bulunan (Aksâtâ, yani alış-veriş, ahz u i’tâ kavramının halk dilinde yuvarlanmış söylenişi), dinlenen, eğlenen, karnını doyuran, gezen, buluşan bir topluluk; böyle bir topluluk, AVM’siz bir şehirde ne yapar, nasıl mutlu olur, neyle vakit geçirir ayrı mesele...
Diyeceğim şu, Taksim Topçu Kışlası’nın AVM halinde yeniden ihyâsı aslında modern, yeni tüketim insanı modelinin hazzedeceği bir fikir. Bu durumda bazı entelektüel gazete ve çevrelerin projeye niçin karşı çıktığını anlamak zorlaşıyor; geride kalan tek ihtimâl, Taksim’in tarihî dokusuna zarar verileceği kaygısıdır ki, geçerken görmüşlüğüm kadarıyla düzenlenecek yerde tarihî bir bina veya doku bulunmuyor. Acaba, Taksimsever halkımız, inşaat yerinde yapılacak kazının, yeraltındaki muhtemel tarihî buluntulara zarar vereceğini mi düşünüyorlar?
Eğer bu ihtimâl söz konusu ise bu hassasiyete saygı göstermek gerekir; aynı hassasiyet Yenikapı’daki Marmaray kazısında da gündeme gelmiş, proje gecikmiş ama geciktiğine değmişti, çünkü o kazıda bulunan liman enkazı, İstanbul’un bilinmeyen geçmişini aydınlatan önemli buluntuları ortaya çıkardı. Taksim’deki kazıda ne çıkar bilinmez ama tarihî mıntıkalarda yapılacak kazılara itina göstermek lüzumu açıktır, fakat bu itina, “Kazıda dozer kullanılmasın, elle, hatta kaşıkla yapılsın” noktasına kadar uzamalı mıdır?
REVAKLARI KAPATIP KALORİFERLE ISITMAK
Tarih hâtırası binaları korumak fikri bizde yenidir; üniversitelerimizde restorasyon bölümlerinin tarihi birkaç on yılı ancak bulur; Taksim kazısı misâlinde olduğu gibi artık bu işlere ayıracak kamu parası, yetişmiş uzman gücü ve bilgi eksik değil. Vakıflar Genel Müdürlüğü her yıl İstanbul başta olmak üzere güzel restorasyon ve bakım hizmetlerini yerine getiriyor ama yine de bazen “Keşke onarılmasaydı, eskisi gibi kalsaydı” dedirtecek türden onarımlara da şahit oluyoruz. Yukarı tarafta fotoğrafını gördüğünüz bina, bunlardan biri. Sivas’ta şehir merkezinde Selçuklu eserlerinin yoğunlaştığı sit alanında yer alan Kale Camii 1580 yılında vezir Mahmut Paşa tarafından yaptırılan şirin bir Osmanlı câmisi. Dönem câmilerinde sıkça rastladığımız son cemaat mahallinin yerine yapılan ahşap ekleme binası son onarımda söküldü ve yerine, -muhtemelen aslına hayli uygun- tuğladan üç kemerli bir revak yapıldı.
Memlekete ara sıra uğradığımda, son cemaat mahallinin aslına uygun restorasyonunu görmüş, çok memnun olmuştum; son ziyaretimde büyük bir şaşkınlık yaşadım, çünkü uzman kuruluşlar aracılığı ile yürütülen onarım esnasında ilave edilen kemer sütunlarının arasına taş duvarlar örülmüştü.
Nasıl olur? Evet, uzman değilim ama klasik dönem Osmanlı camilerindeki son cemaat mahallini oluşturan kemerli, sütunlu revakların arasında duvar yoktur; buraları câminin yazlık balkonu gibidir. Üç tarafı açık, bir cepheden ana binaya bağlı, üstü örtülü mekânlar.
Görür görmez rüzgârın nereden geldiğini hemen anladım. Koca Osmanlı sanat tarihi literatüründe olmayan bu taş duvar eklentisi, bizim meşhur “hacıemmi”lerin baskısıyla projeye ilave edilmiş olmalıydı. Daha sonra kemerlerin tamamen beyaz taşla kapatılıp sadece küçük bir ışıklık penceresi bırakıldığını internetteki fotoğraflardan gördüm. Tahminimce sebebi şöyle izah edilir hacıemmilerimiz tarafından:
-Gardaş, Sivas soğuk memleket. Bilhassa cumalarda burada namaz kılan cemaat donuyor. Yarı yarıya taş duvarla örülüp üstü de alüminyum doğramalı camla kapatılsa sıcacık olur. Namaz kılanlar da yedi ceddinize dua eder!
“Mahalle baskısını anladık da hacıemmi baskısı ne oluyor?” diyeceksiniz; bilen bilir, ben de bilirim. Nice yıllar, hatırlarını kıramadığım, sevip saydığım o insanlarla hasbelkader cami hizmetlerinde görev aldım. Neyi, nasıl düşündüklerine, nasıl baktıklarına âşinâlığım var.
Hacıemmilerimizin ilk sâbıkası değil bu revakları duvarla kapattırıp içine kalorifer peteği koymaları. Kale Camii’nden birkaç yıl önce, büyük onarıma giren Ulu Cami’de de aynı tezi (!), restoratörlere kabul ettirmeyi başarmışlardı! Kimbilir hacıemmilerimizin, belki bölge politikacılarını bile devreye sokmuş olmaları ihtimâl dahilindedir bu hayırlı hizmetleri için!
Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde görevli ve sorumlu uzmanların bu gibi hacıemmi icatlarını nasıl yorumladıklarını bilmiyorum. Geçenlerde Lüleburgaz’daki meşhur Sokollu Mehmet Paşa Camii’nin son cemaat mahallini alüminyum doğramalarla “güzeelce” kapatıp camlattıklarını görünce bu sual iyiden iyiye zihnimi meşgul etmeye başladı. Soru şöyle:
-Sanat tarihi ilminin ve restorasyon kurallarının gerekleri mi uygulanmalı, yoksa mahalli çözümlere, hacıemmi ricalarına, mâsûmâne mimari katkılara göz mü yumulacak?
Eğer, ilgili, yetkili ve sorumlu bir merci bu gibi sorulara cevap vermek isterse, bu köşede yer buluruz inşallah.
FART-I MUHABBET DE ZARARDIR
Bu işler niçin böyle oluyor? Taksim’in, Yenikapı’nın bilmem kaç metre altındaki Bizans batığının sahibi var da, ecdad yâdigârlarımızı “fazlaca muhabbet ve alâkadan” onarayım derken niçin asliyetinden uzaklaştırıyoruz? Ben size aklımdan geçeni söyleyim: Bu işlere aklı yetenimiz az ve aklı yetenlerimizin sesi de fazla çıkmıyor. Siz buna bir de o dayanılmaz hacıemmi baskısını ilâve ediniz... Yapmayın hacıemmilerim, bu eserlere her kuşakta böyle saçma-sapan katkılar yapmaya kalkışırsak torunlarımız, günün birinde onların aslında neye benzediğini tahmin bile edemeyecek.